M. Latif Yıldız

M. Latif Yıldız

Kürtler ve Lütuf

Kürtler ve Lütuf

Adı Faruk Ünsal, 2002 – 2007 döneminde AKP Adıyaman Milletvekili ve Meclis İnsan Hakları Başkan Vekili. Şimdi MAZLUMDER Başkanı. Geçmişte yer aldığı partinin Kürd sorununa yaklaşımını Taraf gazetesinde Neşe Düzel’e “verilmek istenen hakları ‘lütuf’ olarak vermeyi düşünüyorlar” diyerek o kadar net özetledi ki; başka söze gerek yok.

Müslüman bir aydının ortaya çıkarak mertçe konuşması ne güzel. Ünsal, barış ve kardeşlik için yanlış giden politikaları açık yüreklilikle eleştirerek mertlik gösterdi. Başbakan Haz. Ali’nin “ haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” sözünü kullanır. Erdemli, vicdanlı, imanlı tavır sergileyen Ünsal gibi Müslüman Türk halkı ve özellikle dindar ve ulusalcı geçinen medyanın “dilsiz şeytan” olmamak için Ünsal gibi tavır sergilemeleri gerekmez mi?

Neşe Düzel’in dediği gibi Sayın Faruk Ünsal gerçekten çok yürekten, çok çarpıcı, çok uyarıcı ve de çok aydınlatıcı bilgiler verdi. Ünsal “lütfün” gerekçesini de  “AKP ordu ile beraber yaşamanın yolunu buldu” diyerek tek cümle ile çok güzel özetliyordu.

Yıllardır duyarlı kesimler Kürd sorununu insan hakkı, vicdan, adalet duygusu, din kardeşliği kulvarında ele aldık/aldılar. Meğer durum hiç öyle değilmiş. Ne kadar safmışız?

Bakınız duyarlı bir Müslüman olarak Sayın Ünsal neler söylüyor:

“ Dindar bir vicdan, bir insanın sadece etnik kökeninden dolayı düşmanlaştırılmasını, öldürülmesini kabul etmez. Eğer o Müslüman, milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı ve Türkçü bir sapma ve savrulma içinde değilse... Yani kişi salt bir Müslüman ise...

Öyle Müslümanlar, bir insanın dininden ve etnik aidiyetinden ötürü öldürülmüş olmasından büyük rahatsız duyarlar.  ‘milliyetçi mukaddesatçı’, tarihte yaşanmış olan olayları kutsallaştırır.  Bir Müslüman, eleştirel akla sahip olmalıdır.

Mukaddesatçılık, milliyetçilik ve muhafazakârlık, Müslümanlıktan sapmadır. Muhafazakârlık insan aklının önündeki bir prangadır. Tarihi dondurur ve algının önündeki eleştirel süzgeci çalıştırmaz. Onları eleştirmez. Mukaddesatçılık da öyle. O da bir tarih tapınmacılığıdır.

AK Parti, milliyetçi refleksleri, muhafazakâr ve mukaddesatçı tarafları olan bir siyasal hareket. Bürokrasiye benzemeye başladı AK Parti. Siyasi iktidara cephe alan bürokrasiyle önce bir hesaplaşma yaşadı. Silahlı bürokrasi, kısmen de yargı bürokrasisiyle bir şekilde hesaplaştı. 12 Eylül’deki referandumla, Anayasa Mahkemesi’nin ve HSYK’nın oluşumunda ve işleyişinde bir dönüşüm gerçekleştirdi. Ergenekon davalarıyla ve 30 Ağustos atamaları ve istifalarıyla da silahlı bürokrasiyle hesaplaştı. Ama Kürt meselesi burada istisna oluşturuyor.

Çünkü AK Parti hükümeti ve ordu beraber yaşamanın yolunu buldular. Laiklik, türban, imam-hatip, katsayı gibi konularda ordu eskisi gibi sert ve katı bir tutum içinde değil. Siyasal iktidara doğrudan cephe alma tutumu da artık bitti ordunun. Sonuçta bürokrasi ve siyasi iktidar bir rekabet halinden birlikte yaşama aşamasına geçtiler. Kürt meselesinde ise siyasi iktidar ve ordu artık biraz fikir birliği içinde davranıyorlar.

AK Parti, Kürt meselesinde yasayla, yönetmelikle yapılacak şeylerde bile adım atmadı. İşte bu, bürokrasinin ve AK Parti’nin karşılıklı olarak birbirlerini dönüştürerek belli bir noktada bulunma halidir. Ortak yaşama halidir.

Uludere, siyasi iktidarın Kürt meselesine güvenlikçi yaklaşımının kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıktı. Hükümet, özellikle son seçimden sonra Kürt meselesine çok güvenlik odaklı olarak yaklaşmaya başladı. Hükümetin, meseleyi, sahada askerî olarak bitirme saplantısı o kadar büyüdü ki! Meseleye bu şekilde yaklaşan bir siyasal organın Uludere gibi sonuç doğuracak işler yapması her zaman mümkün.

Tarihe, yenilmiş bir devletin veya çözüme mecbur bırakılmış bir devletin başbakanı olarak değil de, PKK’yı bitirmiş bir başbakan olarak geçme isteği var muhtemelen bunda. Meseleyi, ‘silahlı mücadele’ yoluyla bitirip, ondan sonra kafasındaki çözümü uygulamak istedi siyasi iktidar.

Ama biz o çözümün de ne olduğunu bilmiyoruz. Çünkü açılımlarda herkes konuştu ama hükümet konuşmadı. Meseleyi askerî olarak bitirdikten sonra, adına ‘demokratik çözüm’ dediği kendi kafasındaki şeyi bir lütuf olarak ortaya koyacak diye tahmin ediyorum.

Silahlı mücadelede iki taraf da ölüyor. Ölümlerin büyük kısmı PKK’dan oluyor. Her ölüm, karşı tarafta bir yara bırakıyor. Öldürdüğünüz insanların ailesi, yakınları var. Öldürerek, kendinize düşman üretiyorsunuz. Meseleyi silahlı yoldan çözmek için attığınız her adım, esasında kendinize düşman üretmek için attığınız bir adıma dönüşüyor! Oysa Kürt sorununu çözmek için yasal yoldan yapılabilecek şeyler var.

Vatandaşlık tanımı ve yerel yönetimlere özerkliğin boyutu, Anayasa değişikliğini gerektirebilir ama, köy ve şehir isimlerinin iade edilmesi, Kürtçenin okullarda seçimlik ders olması, seçim barajının düşürülmesi, yerel yönetimlere bazı yetkilerin devredilmesi yasa ve yönetmelik değişiklikleriyle yapılabilir. Hükümet, bunları yapmaya gücü yetmesine rağmen yapmıyor.

Yapmaya mecbur bırakılmış, yenilmiş bir hükümet olmak istemiyor. ‘Ben yeneyim, ondan sonra bu hakları vereyim’ gibi bir tavrı var. Oysa temel haklara bu tür bir yaklaşım, bize göre, ilahlıkla özdeş bir yaklaşımdır. Çünkü kültürel ve siyasi haklar tabii haklardır.

Biz bu temel hakları, Allah’ın insanlara verdiği haklar olarak görürüz. Temel haklar, siyasi pazarlığın konusu olamaz! Bu haklara, bir siyasal faydacı olarak yaklaşamazsınız. Çünkü bu hakların değeri, ürettiği siyasal faydada değildir. Bu hakların değeri bizatihi kendisindendir! O değer de, bu hakları Allah’ın insanlara doğuştan vermiş olmasıdır.

Uludere’de işin siyasi sorumluluk olduğunu biliyor. Ayrıca konuşursa, kendisinin bile ikna olmadığı şeyleri söyleyecek. Muhataplarında çok büyük yaralar açıyor. Uludere’yle ilgili özür bile dilemedi. Mavi Marmara’da İsrail’in önüne, tazminattan çok özrü birinci şart olarak koyan hükümet, Uludere’de ise ‘para verirsem, bu özrün yerine geçer’ gibi bir tutum içinde.

Nedeni, AK Parti devletli hale geldi de ondan.

Neşe Düzel’in; Peki, Hrant Dink cinayeti ve Uludere katliamı konusunda dindar Müslümanların gereken tepkiyi verdiğini düşünüyor musunuz?” Sorusuna:

“Düşünmüyorum.” Diyen Ünsal bakınız neler söylüyor:

Müslüman dindarların kendilerini kesinlikle sorgulaması gerekiyor. Müslüman aklın önünde milliyetçilik, mukaddesatçılık ve muhafazakârlık gibi çok önemli üç engel var. Bu üç yaklaşım, inancın davranışa dönüşmesini engelliyor. Bu üç engelle hesaplaşmamız gerekiyor.

İslam enternasyonalisttir. Herhangi bir etnik veya siyasal birlikteliği diğerlerinin üzerinde görme algısı bu enternasyonalist yaklaşıma ters düşer. Türkiye’nin önündeki en büyük problem Kürt meselesidir. İslamcıların problemleri çözüldü anlamında söylemiyorum. İslamcılar, çözümlerini tehir ettiler. ‘Başörtü meselesi çözülmediyse, mutlaka ayaklarında bir bağ vardır. Yoksa bunların çocukları da başörtülü’ dediler. Ama Kürt meselesi böyle değil. Türklerle Kürtler arasındaki uçurumun derinleştiğini görmüyor hükümet.

Sonuç; Hükümet insanlar arasındaki duygusal kopuşu derinleştirir. Ayrıca KCK operasyonlarının sürmesi ve Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesi de problemi içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bir siyasi partinin il, ilçe teşkilatları, belediye meclisi, belediye başkanı, il genel meclisi üyeleri dâhil olmak üzere bütün siyasal yapısı çökertiliyor. Belli siyasal kanaate sahip insanlara legal siyaset alanı kapatılıyor. Çünkü o siyasi partide görev aldığınızda içeri atılıyorsunuz.

Eğer şiddet emirleri ve eylemleri varsa bunlara operasyon yapılır. Ama KCK tutuklamaları sadece bunları kapsamıyor. Bir siyasal hareketin meşru zeminde kendisini ifade etmesinin yolları kapatılıyor. Eğer bir siyasal harekete meşru yol kapatırsanız, o hareket kendini ifade edecek başka yollar kullanır. Bu kullanılacak yollar da hiç birimiz için hayırlı olmaz. Böyle giderse hiç iyi şeyler olmayacak.

Bir yol ayırımına doğru gidiyoruz. Eskiden Anayasa Mahkemesi parti kapatıyordu şimdi yerel mahkemeler eliyle bunlara siyaset kapatılıyor. Partinin hukuki varlığı devam ediyor ama parti fiilen bitiriliyor. Ayrıca bölgedeki hapishanelerde çok ciddi yoğunluk olduğu için, KCK tutukluların bir kısmını Karadeniz’deki hapishanelere nakletmeye başladıkları bilgisini aldık.

Aileleri, yakınları, tutukluları ziyarete gitmeye başladığında bölgede bir ‘hareketlilik!’ yaşanır. Bir de üç, beş yıl sonra davalar sonuçlandığında, tutuklamalar hükme dönüşmeye başladığında ne olacak? Binlerce insan 20-30 yıl mahkûmiyetler aldığında çok ağır bir tablo ortaya çıkacak. Türkiye bu tabloyu taşıyabilir mi benim kuşkum var. Bu güvenlikçi politikanın Türkiye’nin insanlarına maliyeti çok büyük olacak. Hükümet bunu göremiyor...”

Bu sese kulak veren çıkacak mı; bilemiyorum…

NOT: “Dr. Sekban’dan Kemal Burkay’a” makalemde Burkay’ın “ öldürmeyi göze aldım” sehven harf hatası yapılmış. Doğrusu “öldürülmeyi göze aldım” olacaktı. Sevgili gazeteci, yazar dostuma makalelerimi harf harf dikkatle okuyup beni ikaz ettiği teşekkürler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
M. Latif Yıldız Arşivi