Şeyhmus Diken

Şeyhmus Diken

Adları Kaçakçıya Çıkanların Mezarında

Adları Kaçakçıya Çıkanların Mezarında

Otuzdört kişiden en küçükleri onüçündeydi daha. Çoğu onüçle yirmibeş arasındaydı. Gittiler, yüklerini katırlarıyla yüklendiler. Ve dönüş yolunda devletin uçaklarıyla taammüden cinayete kurban gittiler.

Adı Türkiye Cumhuriyeti konulmadan evvel, Türkiye Cumhuriyetinin Milli Misak’a dahil ettiği “ora”larda yaşayanların coğrafyasının adı Kürdistan’dı.

Ne sınır vardı “öte yaka”ya düşen köylüleri ile aralarında!

Ne mayınlı topraklar, ne de kimi yerlerdeki tel örgüler, mazgallar, nöbetçi kuleleri!

Aynı halkın evlatlarıydılar. Aynı dili konuşur, aynı sofralara otururlardı. Sonra bir gizli el dünyanın çok başka bir coğrafyasında gıyaplarında infazlarını kesti. Bıçak gibi ayırdılar aynı halkın evlatlarını birbirlerinden. Birbirlerine yabancı başka alfabelerin külliyatına kazındı isimleri, birbirlerini okuyamama pahasına! İnat etti iki yakadakiler, iki ayrı ülkenin iki ayrı kimliğine, adları iki ayrı alfabe ile yazılmış aynı halkın evlatları. Ağız birlik etmişçesine sınır tanımayız dediler. “Orada olmayanı buradan, burada olmayanı (inadına) oradan”* katır sırtında ya da bedenlerinin gücüyle taşıdılar uzun yıllar boyunca.

Pasaporta ısınmamıştı içleri. Sınırlara hiçbir sınır tanımadan, bilmeden, dinlemeden vuruyor, vuruyorlardı. Sıkboğaz dünya ve üç kuruş geçimlik uğruna!

Dünya biliyor ve görüyordu yaptıkları işi. Adları kaçakçıya çıkmıştı. Acımasız zalimler “soyguncu” da “hayın” da diyordu onlara. Dinlemiyor yürüyorlardı, gidiyorlardı kaçağa; zamana, mekâna ve dünyaya inat.

Baharda, yazda, ay ışığı olmayan gecelerde iyiydi de! Karda kışta, kıyamette zordu işleri. Dededen yadigâr sözleri kulaklarına küpe etmişlerdi. Derdi ki dede; “Kara basmayacaxsan, kara basmiyacaxsan evlat. Kaçaxçi dedığın düşmanıni tanıyacax. Kar xayındır, düşmandır. Güneşi gördi mi çekeeer gider. Hêç, kalmiyan senden olır mi? Kar, kalleştır, iz, yol verir düşmana. Belli olır yerin yurdın… Ama daş hêç êledir! Daş, sendendır oğul, sendendır daş, yurdındır, yuvandır… Gêttın mi, daştan, kayadan gidecaxsan. Daş iz vermez, kaya dosttır, keser fırtınayi, karı, sağlamdır hem. Sırtıni verebilirsen korxmadan. Biz hêç kara basmazdıx oğul.”*

Onlar da, yani tarihin ve hayatın serencamının 2000’li yıllarının onbirinde, yıl bir sonraki seneye onikiye devrilene az kala kış ortasında dedelerinin sözüne rağmen ama yıllardır yaptıklarının bilindiğine ve kış ortasında devletin de kendilerine verdiği öte yakadaki siparişleri koyun ceplerine katlayıp dercederek kara basıp öte yakaya göçtüler ve gittiler işte!

Otuzdört kişiden en küçükleri onüçündeydi daha. Çoğu onüçle yirmibeş arasındaydı. İkisi otuzsekizle, kırkbirindeydiler. Gittiler, yüklerini katırlarıyla yüklendiler. Ve dönüş yolunda devletin uçaklarıyla taammüden cinayete kurban gittiler. Devlet dersinden imtihana girenler suskun kalmıştılar aleni cinayete. İki gün boyunca konuşmadılar, sustular. Milli Misak’ın gözlerden ve gönüllerden uzak diyarı Şırnakla, Hakkâri’nin dağları arasındaki Roboski’de devlet dersinde katledilmiş “terör yandaşı, kaçakçılar” vurulmuştu. Şifre buyurmuştu Ankara’daki zatlar, katledileceklerdi. Hepsi bu kadardı.

O gün 2014’ün henüz çiçeğe durmuş Nisan ayında, kadın çocuk genç, karalara bürünmüş analar, kızlar, çocuklar, gençler ve yaşlılar toplanmışlardı, kapısında Roboski Derneği yazılı ve duvarlarında 34 şehitlerinin fotoğrafları asılı mekânında.

Yaşı onüçmüş Özlem kızın! Vurulan ve bir katırın terkisinde, kolları bacakları yana sarkmış Bedran, Muhammet, Erkan, Orhan ve Savaş’ın yaşdaşı Özlem. “Neydi suçları” diye soruyordu kucakladığı çerçevedeki eniştesinin fotoğrafıyla. “Ablamın çeyizi sandıkta kaldı” diyordu.

Mezarlıktaydık. Üç sıra halinde koyu gri granit taşların ve ziyaretçileri eksik olmadığından bol çiçekli Roboski Mezarlığında “kaçakçı” Roboski şehitlerinin. Dernek başkanı Veli (Encü) diyor ki; “En zor olanı neydi biliyor musun abi! Hani başbakan her gittiği yerde çocukları kucağına alır, sever, oyuncak verir ve öyle fotoğraf çekilir ya! Roboskili aileler olarak kendisiyle görüştüğümüzde Felek Hanımın oğlu ondördünde katledilen Erkan’ın defnedilmesinden bir süre sonra bir oğulları olmuştu adını ölen Erkan gibi Erkan koymuşlardı. İşte o Erkan bebek anasının kucağındaydı o görüşme boyunca. Çocuk sürekli ağlayıp durdu. Başbakan o çocuğu ne sordu, ne ilgilendi, ne de sevgi gösterisinde bulundu. En zoru buydu ve bizlere ne kadar ilgi gösterdiklerinin kanıtıydı aslında

Orada, size uzak, ama çok uzak, aslında yüreğiniz kadar yakın Roboski’de devletin uçaklarından atılmış bombalarla taammüden cinayete kurban gitmiş otuzdört Kürt çocuğunun parçalanmış cesetlerinin örtülü olduğu mezar taşları duruyor. Girişte yerde “Roboski Şehitleri Çeşmesi” yazan, ama yerde çeşmesi olmayan bir yazılı taş da! Sahiplenmeyi bekliyorlar, devletin inadına…

* Necmettin Salaz, Roboski’ye Ağıt. Rezan Yayıncılık, İstanbul Ekim 2013

Şeyhmus Diken, 11 Nisan 2014 Dîyarbekir

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Şeyhmus Diken Arşivi