Mustafa Acar

Mustafa Acar

Türkiye'nin politikası ve Kürdistan’ı savunmak

Türkiye'nin politikası ve Kürdistan’ı savunmak

Türkiye’nin Rojava Politikası Kıskacında Ülkemiz Kürdistan’ı Savunmak

Türkiye, Suriye’de gelişen çatışmalara neden müdahil olma gereği duyuyor?

1 Mart 2003 tarihinde TBMM`den geçmeyen “tezkere” sürecini iyi tahlil etmediğimiz sürece, Türkiye`nin Suriye’deki çatışmalı ortama neden müdahil olma gereği duyduğu hakkında sağlıklı çözümlemeler yapamayız.

suriyeharita.jpg

1 Mart 2003 tarihinde neler yaşandığına kısaca bakalım:

"TBMM'den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117'inci maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Meclise karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak'ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekât çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin Hükümet tarafından yapılmasına, Anayasanın 92'inci maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istendi. Tezkerede, en fazla 62 bin yabancı askeri personelin 6 ay süreyle Türkiye'de bulunması öngörülüyordu. Yabancı kuvvetlerin hava unsurları 255 uçak ve 65 helikopteri aşamayacaktı."

Tarih, 1 Mart 2003... 

Irak Savaşı'nın hazırlıkları en kritik aşamada.

Meclis'te iki parti vardı; AK Parti'nin sandalye sayısı 361, CHP'ninki 178'di.

Oylamaya 533 milletvekili katıldı... 264 kabul oyuna karşılık, 250 ret oyu çıktı ve 268 salt çoğunluk sağlanamadığı için tezkere reddedildi.

Savaş gemilerini İskenderun Limanı'nda bekleten ABD ve oylamada 95-100 civarında fire verdiği tahmin edilen AK Parti şaşkındı.

Koalisyon güçlerine Türkiye topraklarını, Türk askerine de Irak'ın kapısını açacak tezkerenin reddedilmesi, okyanus ötesinde adeta deprem etkisi yaratıyordu.  Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart tezkeresinin TBMM'de reddedilmesine kadar uzanan süreci ve o dönemde yaşananlara ilişkin düşüncelerini yıllar sonra yazdığı "Decision Points" adlı kitabında şöyle anlatacaktı:

"Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4'üncü Piyade Tümeni'nden 15 bin askeri kuzeyden Irak'a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardımda bulunma, Türkiye'ye Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye'nin AB'ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı) Abdullah Gül'ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM 1 Mart'ta tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hayal kırıklığına ve hüsrana uğramıştım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika'yı yarı yolda bırakmıştı." 

Şaşkınlığa uğrayan sadece Bush değildi. Dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld de 'Bilinen ve Bilinmeyen' isimli kitabında 1 Mart tezkeresinin reddedilmesiyle ilgili şunları yazacaktı: "Amerikan yönetimi emindi. Ancak TBMM, ABD'nin geçiş talebini onaylamamıştı. Bölgedeki kilit bir NATO müttefikinden destek alınamaması, operasyonel açıdan ciddi terslik olmasının yanında, siyasi bir utançtı..."

1 Mart Tezkeresi'nin reddedilmesi, Türkiye'de de uzun süre tartışıldı. Tezkerenin reddedilmesi savaş karşıtlarını memnun ederken, bir kesim ise Türkiye'nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını savunuyordu.

O dönem siyasi yasağı nedeniyle Başbakanlık koltuğuna oturamayan ve süreci dışarıdan yöneten AK Parti Genel Başkanı Tayyip Erdoğan ise 1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden 9 yıl sonra şu açıklamayı yapıyordu: "Ben 1 Mart tezkeresini savunanlardandım. O zaman Başbakan değil, genel başkandım ve 1 Mart tezkeresinde yeterli oy alınamadığı için malum, Irak’a girilmedi. Daha sonra Başbakanlığım döneminde parlamentoda güvenoyunu aldık. Tezkereyi geçirdik. Bu tezkereyi geçirdiğimiz zaman da oradaki kardeşlerimiz ‘Türkiye buraya girmesin’ dediler. Girmesin deyince, Sayın Bush o zaman beni arka arkaya telefonla arıyordu. Meclisten bunu geçirmem için. Daha sonra da aynı Bush yine beni telefonla aradığında şunu söyledi; ‘Bunu erteleyelim’. ‘Niye’ dedim. ‘Görüyorsunuz’ dedi, ‘halk şu anda istemiyor’ dedi…”

 Meclisten geçemeyen tezkere sebebiyle ABD, yeni şekillenecek olan Irak’ta Türkiye'nin söz sahibi olmasına ve müdahil olmasına izin vermeyecekti.

Geçemeyen tezkerenin, Güney Kürdistan'ın bugün sahip olduğu federal statüsüne kavuşmasında büyük etkileri oldu.

Türk devleti kaçırmış olduğu bu tarihi fırsat yüzünden, Kürdlerin bir statüye kavuşmasına engel olamadığı için;  Kürd halkının Rojava’da da bir statüye sahip olmaması amacıyla en başından beri Suriye’nin çatışmalı ortamına taraf olma gereği duyuyor.

Türkiye'nin Kürd fobisi, bugün dünyanın en azılı radikal İslami örgütleri besleyip Kürdlere musallat etmesine varacak raddeye gelmiştir. 

Irak müdahalesi sırasında geçemeyen tezkere sebebiyle kurulan Kürd oluşumuna müdahale edemediğini kavramış olan Türk devleti, aynı durumun ikinci defa tekrarlanmaması için ilerde yeniden şekillenecek olan Suriye'ye tereddüt etmeden müdahil olma gereği duyuyor.

Bu açıdan, Kürd ulusal birlik konferansına sayılı günler kala tarihi bir dönemece girmiş bulunuyoruz.

Bugün ilk kez bir araya gelecek olan Kürd öncülerinin, kişisel çıkarlarından arınmış olarak ulusal çıkarlarımızı savunması gereken yepyeni bir yüzyılın kapısındayız.

Görmezden gelinen ve  inkâr edilen bir ülkenin hayalet çocuklarının dirilişine tanıklık ettiğimiz bu günler, Kürdistan tarihinin sayfalarındaki yerini alacaktır.

Hiç bir kurum ve kuruluşa hizmet etmeden;  Kürdistan`ın ve Kürd halkının ulusal çıkarları için hep birlikte bu tarihi fırsatı değerlendirmeliyiz. Artık Kürdler Orta Doğu’da dengeleri değiştirebilecek yeni bir güç. Bu gücün sarhoşluğuna kapılmadan, eski hatalarımızdan da dersler çıkararak bu başarıyı zafere taşıyacağımızın yakın olduğu bu günlerde, kendimize şu hayati soruyu sorma zamanı geldi de geçiyor: Biz Kürdler, nasıl yaşamak istiyoruz?

Sahte kardeşlik söylemleriyle güçlendirilmiş ama hala Kürd’ü kendi kendini yönetmekten aciz, ikinci sınıf vatandaş olarak gören bir sistemi mi, yoksa dört parçaya bölünmüş halkımızla birlik, bütünlük ve dayanışma içinde Özgür Kürdistanı mı?

Bu noktada, “ulus devlet” deyince akıllarına sadece Türk devletinin tekçi, ırkçı, işkenceci uygulamaları geldiği için ulus devletin ne büyük bir kâbus olduğunu söyleyen ama yine de çözüm olarak o ırkçı ve katliamcı Türk devletinin kanatları altına girmeyi önerenleri de analiz etmeliyiz.

Kürd halkının özgür ülkesinin dil ve azınlık hakları konusunda örnek alacağı son ülkelerden biri elbette ki Türk devleti olmalıdır. Ulus devleti kötülerken, adres olarak yine ırkçı Türk ulus devletini gösterenlerin içinde düştükleri ikilem, son derece hazindir.

Özgür Kürdistan, üzerinde yaşayan bütün halkların da yuvası neden olmasın?

Mücadelemizi zafere taşıdığımızda kuracağımız sistemin çoğulcu, insan haklarına saygılı ve gerçekten demokratik bir sistem olmaması için bir sebep var mı?

Buna ütopya diyenlerin, katliamcı Türk sistemini demokratikleştirme projesini gerçekçi görmesi ise trajikomiktir.

Ha elbette ki Kürdistan’da da– dünyanın her yerinde olduğu gibi - sorunlar olacaktır. Ama en azından Kürd çocukları sırf Kürd oldukları için bin bir türlü işkenceye maruz kalmayacaktır.

Ayrıca, “kardeşlik” mevzusunu da biraz açmak gerektiğini düşünüyorum. Son günlerde sıkça tartışılan sahte “kardeşlik”, bize çok büyük trajediler olarak geri döndü.

Türk yöneticileri ve halkı, “kardeş”imiz olduklarını gerçekten kanıtlamak istiyorlarsa; bayrağımızdan, renklerimizden, dilimizden ve öz yönetim hakkımızdan rahatsız olmadıklarını da kanıtlamaları gerekir. İçi boş ve Kürdlerin hakkını tanımayan bir “kardeşlik” iddiası, “İslam birliği altında barış içinde yaşamak” gibi bir masaldan ibarettir; Türk emperyalizmini meşrulaştırmanın bir aracıdır. Rojava’da Kürdlerin ulusal renkleri dalgalandığında, kızgın boğaya dönen Türk yöneticilerinin “kardeşlik” derkenki samimiyetini sorgulamalıyız.

Dilinden utanan Kürd çocuklarla ilgili haber hala hafızlarımızda, değil mi? İşte, tam da bu yüzden Kürd davası, hiçbir önderin, partinin ya da grubun inisiyatifine bırakılamayacak kadar hayati bir davadır.

Rojava’da bir kez daha gördüğümüz üzere, Kürdistan davası, bir ölüm-kalım meselesidir ve bu yüzden öncelikle zihinleri özgürleştirmeye yönelik bir mücadeleye dönüşmelidir. Zindanlarda hatta sokaklarda bile tutsak olan Kürd, bir de herhangi bir önderin ya da partinin tekelinde bir zihin mahkûmiyetine girmemeli. Bunca acının meyvesi olan bu mücadele, fikir ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere bütün özgürlükleri savunan; önderlerin ve yöneticilerin değil, ulus ve insan haklarının önemine vurgu yapan bir içerikte olmalı.

Ancak o zaman, ödenmiş bu kadar bedeli gerçekten zaferle taçlandırabiliriz. Ancak o zaman, çocuklarımızın ve torunlarımızın bizimle aynı acıları çekmeyeceği bir ülkede yaşayabileceklerine inanabiliriz. Gerçek bir özgürlük hareketi olarak ancak o zaman bütün dünyanın saygısını kazanabiliriz. Bu sebepten, Kürd mücadelesini bir önder ya da partiye indirgemek herhangi bir akıl sahibi insanın savunacağı bir yöntem değildir.

Kürdistan; ne düşünürse düşünsün, kendi aklıyla özgürce düşünebilen, sorgulayan, eleştiren insanların ülkesi olmalıdır ki o ülke Orta Doğu’nun güneşi olabilsin.

Saygılarımla...

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
13 Yorum
Mustafa Acar Arşivi