İrfan Sarı

İrfan Sarı

Öksüz Mazi (2)

Öksüz Mazi (2)

İlk bölümünü okumadıysanız tıklayın...

Bebeğin ilk ağlayışının sesi Mirhaç babanın oturduğu odaya gelirken o bir tomar sigara yaprağına tütünü sarmış ve tüttürmüştü. O kadar çok tütün dumanı üflemişti ki beyaz bıyıklarının uçları sararmıştı. Fakat az önce kulağına gelen sesin içinden aldığı deneyimden olacak ki birden yüzü buz kesti. Bir yaprak daha tütün sardı ve muhtar çakmağıyla yaktı.

Ama İsfendiyar kapıyı bir adımda alıp dışarı koştu. Adettendir baba içeriden gelecek müjdeyi beklemeliydi. Beklemekten yüreği titremeye başlamasına karşın içeriden kimse çıkmadı. Tedirgin oldu. Salonu metrelik adımlara böldü birden. Sonra içeriden Medine nene çıktı. “İsfendiyar Allah böyle istemiş. Bir kızın oldu.”dedi.

İsfendiyar sevdiği kadının hediyesine dünden razıydı. Başına gelecekleri biliyorcasına Mahsima’ya gitti onunla göz göze gelir gelmez gözlerin diliyle sevdiğini söyledi. Teşekkür etti.

Sonra bebeğini sarılı bezin içinden kucağına aldı ve kenarda yüzü devrilmiş olan annesine dönerek kızımın adı Efsane olacak dedi. Kız kardeşleri annesi ve Mahsima ağlıyorlardı. Eve matem havası hakim oldu. İsfendiyar bu kara yazgı tavra karşı davul zurnacıya “çal kızım oldu” demek için dışarı çıkana kadar Mirhaç baba davulcunun davulunun derisini yırtmıştı. Zurnacı ise yanık bir havayla evin avlusundan uzaklaşıyordu.

Eğer bugün bu eve bir oğul gelmiş olsaydı gece şafak sökene kadar ahali zılgıtlar eşliğinde ve davul zurnacının canı çıkana kadar halay çekecekti. Evin girişine asılan bereket duası indirildi. Ve herkes sessizliğine gömüldü.

Şafak sökene kadar uyumayan ev halkının tersine İsfendiyar düşlerinin içine çoktan efsanesini almıştı. Onun efsanesi bu diyarlarda doğar doğmaz sözden söze dilden dile dolaşmıştı bile şafak sökülene dek. Bu bebek evin ilk gününe ağlayarak göz açmış ve sımsıcak anne karnından ekşimiş, kırışmış bir dünyaya merhaba demiş olmanın saflığındaydı.

Sabah mis gibi bir hava, ibrişim parlaklığında bir gökyüzüne uyanan İsfendiyar efsanesinin ağlayışına kulak kabartıp ve yüreğinin en kırsalından sözcüklerle onunla ninnileşti.

Mahsima için zordu. Erkek torun bekleyen aileye kız doğurmak onun kadınlığına da kusurdu diye düşündü. Ama çaresi yok bir hayatın içine girmiş ve şartlar ne olursa olsun uyum sağlayıp hayata devam etmeliydi.

Nisan ayı gelip çattığında Efsane bembeyaz teninin arasına açan iki boncuk gözle kıpır kıpır bir çocuk olmuştu. Babaanne onu tahta beşikte sallarken mahsima evin işlerini koşturuyordu. Sonra Mahsima’nın bereketli memelerinden ağız dolusu süt içtiğinde dingin deniz gibi uykuya geçiyordu.

Ancak evin diğer bireyleri Mahsima’yla konuşmuyor yaptığı her işe ağız burun yapıyorlardı. Hatta babaanne bile çenesinin kilidini açmıyordu. İsfendiyar evin tek oğlu olmasına karşın diğer bireyler tarafından karısına kız doğurduğu için tavır alınıyordu.

Her geçen gün biraz daha ağır biraz daha dayanılmaz oluyordu Mahsima ve İsfendiyar için. Bu durum İsfendiyar’ı yaralıyordu, kahr ediyordu. Daha bahara erimesi lazım bir metre kar varken yerde. O bir gün babasına buraları bırakıp büyük şehre gitmeyi önerdi. Evin rutubetli havasına büsbütün nem salan bu konuşmadan sonra Mahsima’ya bakışlar daha kabalaştı.

Nisanla birlikte baharın kokuları bütün civarı sararken onların evinin içine giren fırtına bir türlü dinmiyordu. Bir gün babaanne cami hocasına gitti ve muska yaptı. Evin kaçan tadı tuzu geri gelsin diye. Ama hiçbir faydası olmadı. Evin içinde fırtına bir türlü dinmiyordu.

Kardelenler güneşe yüzlerini çevirdiği vakit artık Efsane bebekte yere göğe sığmaz şirinlikler yapıyordu. Aslında herkes bir diğerinden gizli Efsane bebekle zaman geçirmek istiyordu ama evin içine giren o kuru inattan geri adım atmıyorlardı.

Sonradan evin içine giren mutsuzluğu takiben evin diğer gebesi de doğum yapmıştı nisanın son haftası. Ancak ölü bir dişi buzağı getirmişti dünyaya. Evin erişkin kızları söylenmeye başladılar. “Uğursuzluk kiminle geldi belli” bu sözler Mahsima’nın kulağına gittikçe çıldırıyor ve talihine isyan ediyordu.

İsfendiyar mayıs ayında babasıyla bir kez daha konuştu. “buraları bırakıp büyük şehre taşınalım ya da tarlaları sürüp ektikten sonra ben ve Mahsima gidelim diye” bu sözler deli etmişti Mirhaç babayı. Gizliden Mahsima’nın baba evine haber yolladı gelin kızınızı alın evimizin bereketi kaçtı diye. Aradan geçen birkaç günün ardında Mahsima’nın abisi gelmişti.

Aile karar vermişti Mahsima gidecek, oğullarını yeniden evlendireceklerdi. Onun için akşam konuştular Mahsima’nın abisiyle. Aile meclisinde köyün hocası ve birkaç aksakalı vardı. Ve hüküm kesilmişti. Ailenin huzurunu kaçırıp tek oğullarını elinden almak için oğullarının aklına şeytan olup girmişti bacısı. Bunu duyan ağabey kardeşine seslendi sabah hazırlanmasını söyledi. İsfendiyar’ın çabası cılız kalmıştı.

Mayıs ayı karın topraktan kopma ayıydı ama bu kez ananın kızından ve sevdiğinden ayrılma ayı oldu. Bütün haykırışlarına rağmen Efsanesini alamadı. Buralarda hüküm kesinleştikten sonra torunlar baba evinde kalırdı. Kokusunu içine çekerek ve kan ağlayarak ayrıldığı o gün Efsane hiç susmadı. İsfendiyar erkekliğine lanet ederek kapandı ahıra.

Mahsima’nın gidişinden sonraki hafta İsfendiyar bir plan soktu devreye. Efsanesini alıp Mahsima’nın babasının evine gidecekti. Aynısını yaptı. Sevdiği kadının baba evine gitmişti gitmesine ama onu alması mümkün olmadı. Mahsima Efsane’sine son bir kez sarıldı bir daha görmeyecekmiş gibi ve ona süt verdi. Bir anneyle kızın ayrılışını gören gök yırtıldı o an. Bütün kuvvetiyle bir yağmur yağmaya başladı. Şimşekler kudurmaya başladı. Ama bu mevsimde yağmur sahtecilikten kudururdu bazen.

Az önce yağan yağmurdan sonra gökyüzüne çepeçevre düşen gökkuşağının altından yola çıktı baba kız. Onlar büyük şehrin gürültülü ve yabancı kokusuna girmiş ve hayatlarını kazanmaya çalışırken. Mahsima’da baba evi tarafından başka birine kuma olarak verilmişti.

Her gün kan ağlayan ve kaderine küfreden Mahsima içine girdiği çıkmazdan bir an önce ölerek kurtulmak istiyordu. Öte yandan İsfendiyar’ın baba evinde de durum çok farksız değildi. Herkesin ağzında sakız olmuş dedikodunun ardı arkası kesilmiyordu. Mirhaç baba el yüzüne çıkamaz olmuş artık camiye bile gedemez olmuştu.

Büyük şehre giden baba ise iş sahibi olmuş, kızına da bakacak birini bulmuştu. Onların hayatı yeni kuruluyordu. Kızı her gün biraz daha büyüyordu. Bazen kızına bakıyor gözlerinden memleketinin yıldızları berrak gökyüzünün hasretini gideriyordu.

Hayat hızlı ama bir o kadar ağır özlemlerle geçiyordu.

Bir gün İsfendiyar’ın babasına yazdığı mektup memlekete ulaştı. Tam bir ay önce yazılmıştı bu mektup ve üzerinde İzmir basmahane PTT sinin kaçesi vardı. Mektupta şöyle diyordu.

“Çok kıymetli babam Mirhaç,

Önce üzerime farz olan Allahın selamıyla selam eder her iki mübarek ellerinden öperim. Hayali bir gün bile gözümün önünden gitmeyen kehribar kıymetli aneminde ellerinden öperim. Kardeşlerimin de alınlarından öperim. Çok muhterem babam, daha nasılsın. İnşallah her iki cihanda da iyi olursun. Eğer beni soracak olursan hamd olsun yüce rabbime halim vaktim iyidir.

Ben burada bir lokanta açtım. Allahıma şükür ki çok iyi para kazanıyorum.

Eğer orada kalsaydım sizin gibi kız ile erekek çocuklar arasında fark edip Allahıma karşı küfre girerdim. Kolu komşunun sözüne inanıp kim bilir öz kızımı öpmeyecek ona sarılmayacaktım. Bir gün birine rızası olmadan verecek günahların ve vebalin en büyüğünün altında ezilip kalacaktım.

Ne olur bağışla beni, annemde bağışlasın. Hele bir gün bile sevmediğiniz kız kardeşlerimde bağışlasın ne size oğulluk yapabildim ne de onlara ağabeylik. Ama inanın bir gün iyi düşünürseniz ben sizin sandığınız kadar hain bir oğul değilim.

Mesela sizin yanınızda kalsam bu gün benim kızım ve sizin torunuz Efsane okula gidemeyecekti. Efsane, şimdi ilkokul son sınıfta okuyor biliyor musunuz. Eğer orda kalsam kim bilir karımın başına gelenler bir gün kızımın başına da gelirdi.

Neyse kıymeti yüce babam, belki bir daha mektup yazarım. Mektubumu okursanız kıymetiniz için ağlamayın.

Başımızdan ne geçtiyse kısmetimizmiş.

Mektubuma son verirken hasretle elerinden ve annemin elerinden tekrar öper Allahın selamıyla selamlarım sizi.

Oğlunuz İsfendiyar Demir.”

Memleketten ayrıldıktan on iki yıl sonra yazdığı bu mektubu ulaşmıştı ulaşmasına ama babası okuyamamıştı. Çünkü o çoktan kalbine yenik düşmüştü. Ancak annesi ile kardeşleri okumuş ve saatlerce ağlamışlardı.

Yine bahardı ve yağmur yağıyordu gözyaşlarıyla birlikte.

Son bölümü haftaya…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
7 Yorum
İrfan Sarı Arşivi