Necip Çapraz

Necip Çapraz

Kürdistan orada kaldı (3)

Kürdistan orada kaldı (3)

Yangınlar,

Kahpe fakları,

Korku çığları,

Ve irin selleri, aç yırtıcılar,

Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.

Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!

Hakkâri’de bir yaprak kımıldasa Turgut hemen gözaltına alınıyordu. Bu yüzden de birçok defa gözaltına alınmış ve işkence görmüştü. İnsanlığın sahip olması gereken en temel ve doğal hakları dile getirmenin bedeli ağır olmaya başlamıştı. Her gün takip edilme, gözetim altında tutulma ve gözaltı… Her gün, her an ölümün kapısına dayanabileceğinin tedirginliği… Bu sebeple de yaşamak gittikçe zorlaşıyordu. Ne kendisi rahat bir hayat sürebiliyordu ne de çocuklarına güzel bir hayat kurabiliyordu.  Bir başına tüm haksızlıkların üstesinden gelmeye çalışırken diğer taraftan da ailesine nasıl bir gelecek kuracağının sıkıntısı içindeydi.

Yıllar sonra hayatının bu dönemine dair sıkıntılarını Turgut: “İşkencelerin bende yarattığı ağır travma sonucu 16.06.1986 tarihinde kendimi yaktım. 36 gün askeri hastanede tedavi gördüm. Tabi bütün davalardan berat ettim. Beraat etmek ne demek, tümüyle suçsuzluğun ispatı demektir. Bu durum yaşanan haksızlıkların, hukuksuzlukların en somut örneklerinden biridir. Elbette beraat etmiş olmak demek bir daha böylesi haksızlıklara hukuksuzluklara, baskı ve işkencelere maruz kalmayacağım anlamına gelmiyordu. Yaşam adeta bir işkence halini almıştı. Cezaevinden bırakıldıktan sonraki 6 ay içerisinde tam 8 defa gözaltına alındım. Her defasında da ağır baskı ve işkencelere maruz kaldıktan sonra serbest bırakıldım. Bu şekilde ne köyde ne de Hakkâri’de yaşama şansı ve güvencesi kalmamıştı benim için. Bu nedenle ailemi de alarak Van’a göç etmek zorunda kaldım.” sözleriyle dile getirecekti.

İnsanın kendi şehrini terk etmek zorunda kalmasının acısı kolay olmasa gerek. Yıllarca baktığın dağları bırakmak, rüzgârların serinliğine veda etmek… Kuşlarıyla konuşamamak, lalelerini koklayamamak bir daha… Adeta bütün varlığını bırakıp kendini yeniden bulmak… Nerede? İçinde ruhumuzun kök salmadığı başka bir yerde, yeniden başlayarak…

Hakkâri’ye son defa baktı yaşlı gözlerle. Dağları düşündü, kuş sürülerini dağ yamacında… Ama çaresiz gitmeliydi artık, vakit gelmişti. Ailesini yanına alarak Van’a doğru yola çıkmıştı. Yüreğinde sevginin yarattığı bir umut vardı, kafasında yeni bir hayat kurmanın heyecanı. Çocuklarına sarıldı, yarınların güzelliğinden bahsetti. Karısına baktı, gülümseme aldı kendisini. Sarp yollardan geçtiler, umutlarına ve yarınlarına ulaşmak adına tozlu yolları aştılar. Sonunda umutlarına yataklık edeceklerini düşündükleri Van’a ulaştılar.

İlk iş bir akrabalarının eliyle yerleşecekleri bir ev bulmaktı. Kentin kenar mahallelerinde hayat adeta bir komün gibi işliyordu. Herkes onlarla ilgileniyor ve onlara yardımcı olmaya çalışıyordu. Çünkü hepsi de yoksulluk, dışlanmışlık ve işkence çeperinden geçmişlerdi. Çoğunun da köyleri yakılmış ve bu varoşlara sürgün edilmişlerdi. Acıların ortak renginde çabucak kaynaşabiliyorlardı. Öyle ki çekilen benzer acılar onları iyice yakınlaştırmıştı birbirilerine. Turgut da kendi acıları üzerinden bu ortaklaşmayı çabuk sağlamıştı. Başlarını sokacak bir ev bulduktan sonra şimdi “Geçim neyle olacak?” diye düşünülmeye başlanmıştı bile. Çünkü artık periyodik hale gelen göz altılardan dolayı aylardır çalışamamıştı Turgut.

Ölüm bu,

Fıkara ölümü

Geldim, geliyorum demez.

Ya bir kuşluk vakti, ya akşamüstü,

Ya de seher, mahmurlukta,

Bakarsın, olmuş olacak.

Yoksulun en çok bileğinden yararlanır büyük kentler. En zor işleri onlara, dışarıdan gelenlere yaptırır büyük kentler. Çünkü insanın kendi memleketi ancak sahiplenir insanı. Başka memleketler daima dışlayıcıdır ya da ilgisizdir dışarıdan gelenin acılarına. Hele kenar mahalle insanları… Çoğu zaman kenti kirletenler, çarpık kentleşmeye neden olanlar ve her türlü kirli işin bir numaralı zanlısı olarak görülürler. Bu yüzden düzgün bir iş edinemez kolay kolay kenar mahalle insanları. Fakirliğin sınıfsal çelişkisi, Kürtlüğün şehirlerden kovulan kaderi… Yine de şanslıydı Turgut ve ailesi. Çünkü en azından Van da bir Kürt şehriydi. Hâlden ve dilden anlayan çok kimse oluyordu etrafta.

Kısa zaman içinde toparlanan Turgut bir inşaatta çalışmaya başlamıştı. Amele pazarında türlü acıların üzerinden silindir gibi geçtiği belli olan Turgut’un yüzüne bakan kişi “Hey, sen de atla arabaya. Haline, yüzüne bakılırsa sen çok çalışmışsın. İşimize de yararsın”  demesiyle bu işi bulabilmişti. Ama ne bilsin yüzündeki o yıpranmışlığın gerçek nedenini. Turgut da o sözler karşısında geçmişin zor günlerini anımsamış ve elini sıkışan kalbine atmıştı. Ama inşaatlarda ağır şartlar altında çalışmak ona unutturuyordu birçok acıyı. Çocuklarına, evine ekmek götürebilmenin saadetini yaşıyordu doyasıya. Karısı da ona destek olmak için çeyizlerini düzen kızlar için evde dikiş nakış işleri yapıyordu. Bu huzurlu ortam uzun sürecek miydi, bu konuda kimsenin bir fikri dahi yoktu.

Turgut, ilk zamanlarda etrafında olağandışı bir şey fark etmese de ilerleyen zamanlarda etrafında yine beyaz Toros marka arabalar dolaşmaya başlamıştı. Bazen akrabaları ona kızıyor, böyle bir şeyin olmadığını, geçmişteki acılardan gelen bir tedirginlik olduğunu söylüyorlardı. Ama Turgut, gerek çalıştığı yerde ve gerekse de evinin etrafında aynı tip arabanın dolaşmasından iyice tedirgin olmaya başlamıştı. Çocuklarını asla yalnız dışarı bırakmıyordu. Van’da bir nebze de olsa kurdukları düzenin her an bozulacağını biliyordu Turgut. Sadece ne zaman ve nasıl bozulacaktı onu bilmiyordu.

Tam da bu dönemde 1 Mayıs için bir heyecan yaşıyordu Van. Sivil toplum kuruluşları varoşları geziyor ve işçi sınıfının, emeğin dayanışmasının gerekliliğinden bahsediyor, onları da 1 Mayıs mitingine davet ediyordu. Miting için hazırlıklar sürerken iş yolunda nihayet önü kesilen Turgut gözaltına alınmıştı. Bunu zaten bekleyen Turgut polislere adeta “Bekliyordum, neden geciktiniz bu sefer?” dercesine bakıyordu. Emniyet’te onunla alakası olmayan yüzlerce soru sorulur. Onun Hakkâri’de yaşadıklarından, okuduğu kitaplardan, fikirlerinden ve daha başka şeylerden… Artık gözaltı işini kanıksamış Turgut, sakin ama ikna edici bir tutumla her şeyi anlatıyordu teker teker. Hatta iyice anlaşılması için de jest ve mimiklerini kullanmaktan da geri durmuyordu.

İlerleyen zamanlarda Van’da da gözaltılar periyodik bir hal almaya başlamıştı. Turgut da anlamıştı ki gözaltına alınması için bir neden gerekmiyordu. Biliyordu ki yapılanlar halkın sindirilmesi ve korkutulmasına yönelik psikolojik bir çabaydı. Ama gözaltılar hayatı çekilmez kılıyordu. Kurulan düzenli hayat, tekrar yokuş aşağı yıkılışa doğru gidiyordu. Bazen darp ediliyor bir kuytulukta, bazen tehdit ediliyordu.

Turgut tehdit ve gözaltılarla uğraşırken bir gece eve korkunç bir haber ulaşmıştı. Van’da şehir dışında sarı buğday tarlaları arasında bir erkek cesedi bulunmuştu. Bu ceset, taksicilik yapan ve Turgut’la isim benzerliği olan bir akrabasıydı. Yıllar sonra bu olayı hatırlayan Turgut, bu cinayetin de JİTEM tarafından işlenen diğer 17 bin cinayetten sadece bir tanesi olduğunu anlatacak ve bu cinayetle ilgili olarak da “Cesedi de köprü altına atılır. Ceset çobanlar tarafından bulunur ve akrabalarımızın haberdar edilmesi ile oradan alınıp defnedilir. Taksisi ise aylarca yapılan araştırmalar sonucunda Elazığ ordu evinin parkında bulunup geri getirilir.” diyecekti.

Kendisiyle isim benzerliği olan akrabasının bu şekilde öldürülmesi, kendisine yönelik açık tehditler ve süreklileşen gözaltılar… Van’da kurulan düzen tepe taklak olmak üzereydi ama kolay değildi bin bir emekle kurulan hayatın tekrar terk edilmesi. Bunca emeğin bir anda yok olup gitmesine nasıl gönül rıza gösterilecekti?

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.

Hiç akıl edip de düşünen var mı?

İşte Van’ın bu kenar mahalleli ailesi sessiz çığlıklar içinde düşünüyordu hala. Gece iyice ilerlemiş, kâinat sükût halindeydi. Kim bilir gecenin bu en suskun saatinde ne düşler görüyordu çocuklar! Turgut odanın ortasında bağdaş kurmuş bütün yaşadıklarını düşünüyordu. Her defasında bir çıkmazda olduğu gerçeği yüzüne bir şimşek gibi çarptıkça elini yüzüne kapatıyor, biraz sonra sağ elini çenesinin altına koyarak düşüncelere dalıyordu.

Hakkâri’nin başı göklerde dağlarını düşündü. Yamaçlarında az mı çiçekler toplamıştı! Dağlarına doğru az mı beyaz küheylanını koşturmuştu! Derince yarılmış vadilerden geçip su kaynaklarının oluşturduğu şelalelerde az mı arınmıştı! Hele Zap… Hangi Hakkârili Kürt gencinin sevdasına melodi olmamıştı ki! Yokuşlardan çağlaya çağlaya inen Zap’tan rivayet olunurdu aşk. Neylesin ki bütün dağlarına yağmur gibi bombalar yağıyordu. Patlayan bombaların ışıltısı, uzak dağların yaktığı sevda masalı olarak anlatıldı. Çocuklar hep bu yalan masalla uyutuldu. Oysa büyükler her gecenin karartısını bölen o ışık huzmelerinin ne zaman üzerlerine baran-ı elmas kavlince yağacağının endişesi içindeydiler.

Gecenin sessizliğini uzaklardan yankılanan kurşun sesleri bölmeye başlamıştı. Boğuk boğuk, belirli belirsiz seslerdi bunlar. Belli çok uzaklardan geliyordu bu sesler. Bu seslere kulak kesilen Turgut bir an karısının renksiz, ifadesiz yüzüne baktı. Bir karar verilmesi gerekiyor ama neye inanarak? Ölüm müjdecileri her an her yerde peşinde dolaşıyordu bir gölge gibi. Bu esnada karısına dönerek “Bu dağlar, bizim dağlar… Bizi saklarlar mı acaba?” dedi ve tekrar suskunluğa kapandı.

Devamı bir sonraki yazıda...

YAZININ BİRİNCİ BÖLÜMÜ

YAZININ İKİNCİ BÖLÜMÜ 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
5 Yorum
Necip Çapraz Arşivi