Necip Çapraz

Necip Çapraz

Kürdistan orada kaldı (2)

Kürdistan orada kaldı (2)

''ALLAH YOK, PEYGAMBER İZİNDE''

Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.

1980’li yılların zihinlerde ve bedenlerde yarattığı tahribat sürerken sonraki yıllarda başlayan çatışmalı süreç Kürt elinde devlet baskısının da artmasına neden olmuştu. Diyarbakır cezaevinde işkence tezgahlarından geçenler, dağların türküsüne kapılmışlardı. Kendini güvende hissetmeyen herkes çare olarak dağlara sığınmaya başlamıştı. Ki dağlar da kucak açmıştı tüm umutsuzlara. İşkencenin her türlüsünü sadece Kürt oldukları için çektiklerini düşünüyordu herkes. Bu yüzden de Kürt elinde artık güvende değildi hiç kimse.

Vietnam ve İsrail ne de dünyanın başka herhangi bir ülkesinde uygulanmayan işkence yöntemleri uygulanıyordu. T.C devletinin bir ayıbı, bir utancı olan bu işkenceler hem 12 Eylül faşist darbesi döneminde hem de sonrasında on binlerce insana sistematik olarak uygulanmıştı. Her Kürt bir Victor Jara trajedisi yaşıyordu neredeyse. Ama özgürlük şarkısını inatla söylemeye devam ediyorlardı.

Baskı ve şiddet yayılmaya başladıkça sistem tırnaklarını bilemişti iyice. Şiddete karışsın karışmasın, Kürt olmak artık bir suçtu. Düşüncelerini özgürce dile getirmek mümkün değildi. Şiddet dağa çıkmayan halk arasında da artık hissedilmişti. İnsanlar kendi aralarındaki sohbetlerde bile kısık sesle konuşuyordu. Kahvede oturduğunda yan masalarda birleri varsa "Diyarbekir düzdedir", "Çayını dökme", "heval değil arkadaş", "dağ değil tepe” gibi şifreli kelimeler konuşuluyordu. Başa belaydı düşünmek; dilini ve de kültürünü yaşamak… Bu ortamda Turgut’un haksızlığa, asimilasyona itirazı dikkat çekmişti. Etrafında beyaz Toros marka arabalar eksik olmamaya başlamıştı. Günler böyle akarken nihayet Turgut da gözaltına alınmıştı.

Sorgu odasında sandalyede elleri bağlı duruyordu Turgut. Emniyet’e getirilirken yumruklanan yüzü kan içindeydi. Kan damlaları hırpalanan yüzünden yere düşüyordu bir bir. Sorgu odasına önce uzun boylu, ince yüzlü ve kısa saçlı bir komiser girdi. Yüzünde yaptığı işten duyduğu memnuniyeti anlatan bir ifade vardı. Turgut’un etrafında iki tur attıktan sonra konuşmaya başladı:

"Şimdi silahların yerini sen mi bana söyleyeceksin yoksa ben mi söyleteyim sana?"

Fikirlerini arkadaşlarıyla paylaşmak dışında yaptığı hiçbir şey olmayan Turgut:

"Hayır, hayır! Silahlarla ilgim yok. Bilmiyorum. Bir yanlışınız var" der demez komiserin sert yumruğunu sol tarafına yemişti. Sandalyeden yere yuvarlanan Turgut’u yerde tekmeleyen komiser eğilip saçlarından tutup havaya kaldırdı.

"Söyle ulan, örgüt içinde görevin ne?"

Yüzü kandan görünmeyen Turgut, ağzından akan kanın etkisiyle konuşmakta zorlanırken bir anda komiser onun kafasını yere vurarak "Konuşsana ibne!!!" diye bağırdı. Bunun üzerine Turgut:

"Bütün bunlar beni ilgilendirmiyor. Ben sadece fikirlerimi açıkladım. Fikrini açıklayan herkes örgüt üyesi mi sayılıyor. Yapmayın, Allah’tan korkun."  diye haykırıyordu.

Bölgede sistematik işkence devam ediyordu. Nerdeyse düşünen herkes işkencenin her türlüsünü yaşıyordu. Sağlık koşullarından yoksun, insani olmayan ortamlar işkencehane haline getirilmişti. İşkencelerde dünyanın en ağır koşullarında şiddet, onur kırıcı baskılar yapılıyordu.

Turgut yine bir gece tir tir titrerken gecenin karanlığını bıçak gibi kesen bir ses duymuştu. Gündüz maruz kaldığı işkencenin etkisiyle her yanı ateşler ve acılar içinde olan Turgut bu sesle uyanmış, bir işkence faslının başlamakta olduğunu anlamıştı. "Konuş ulan torunun Civan nerde ?” sorusundan sonra yetmişlik dedenin vücuduna gelen ağaç darbelerinin sesleri kulaklarında çınlıyordu. Yaşlı adam" Bo xatira xude bo xatira peyxember bese mın nexin…!" (Allah ve peygamber hatırına yeter, artık vurmayın…!) diye feryada ederken oradaki işkenceci "Allah yok, Peygamber izne çıkmış" diyordu.

Hakkari’de 7’den 70’e her kesimin karşı karşıya kaldığı bir insanlık dramıydı. Dilin, dinin, kültürün ve evrensel insani hakların zulüm ve işkencelerle insanlık onurunun çiğnendiğinin bir göstergesiydi.

Diğer gün sabah yine uzun boylu komiserin hakaret eşliğinde fiziki işkence seansı devam ederken içeriye başka bir komiser girmişti. Orta boylu, yuvarlak yüzlü, basık burunlu bir komiserdi. Yüzünde kendine güvenin rahatlığı, bir elinde etrafı keskin tellerle kaplanmış bir cop ve diğer elinde de bir kitap vardı.

Uzun boylu komiser Turgut’u yerden kaldırıp sandalyeye oturttu tekrar. Diğer komiser sol elini masaya koyarak Turgut’a doğru eğilerek diğer eliyle kitabı ona göstererek sallamaya başladı. Başını sallaya sallaya "Hımm demek silahlardan haberin yok, örgütle de bağlantın yok. Aslanım, böylece bizden kurtulacağını mı sanıyorsun?"

Komiserin tehdit dolu sözleri ve bakışları arasında Turgut "Evet, örgütle bağlantım yok" diyerek başını salladı. Bunun üzerine orta boylu komiser "Aslanım, senin Kürt olman bizim için yeterli. Sana öyle bir ifade imzalatırım ki feleğini şaşırtırım." dedi. Bunun üzerine Turgut, biraz da kendine gelerek "Kürt olmam üzerinden bana ne yapabilirsiniz? İnsanın kendi dili ve kültürünü sahiplenmesi kadar saygı duyulması gereken ne var?" diyordu ki burnunu kıran sert bir yumruk daha yiyordu. Bunun üzerine iyice kızan orta boylu komiser sağ elindeki kitabı göstererek "Bunu yanında yakaladık. Başına baya işler açabilecek imalarla dolu bir kitap. "Özgürlük İçin Savaştık" ve yazan Anh Duc. Bu kitabı neden okuyorsun?" diye sordu. Turgut "O kitapta emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı onurlu Vietnamlıların mücadelesi anlatılıyor. Bizim de Türk ve Kürtler olarak Kurtuluş savaşımızda emperyalistlere ve yerli işbirlikçilere karşı verdiğimiz mücadele gibi" diye cevap verdi. Bunun üzerine iki komiser de birbirine bakarak gülmeye başladılar. Uzun boylu komiser "Şuna bak, bir de heyecanlı heyecanlı anlatıyor ya!" diyerek Turgut’un saçlarını tutup kafasını havaya kaldırdı.

Orta boylu komiser elindeki kitabın sayfalarını çevirirken "Bu öyküde baba Ba, oğlu Trung’u sisteme karşı savaşsın diye Kurtuluş Ordusu gerillalarına yolluyor. Neymiş ‘Devrim bize toprak vermiş'miş" dedikten sonra "Ulan sen de bunlara mı özeniyorsun?" diye bağırıp copla Turgut’a vurmaya başladı. Hıncını alamayan orta boylu komiser, Turgut’u demir parmaklıklara kilitleyip sırtına hızla copu indirmeye başladı. Belki yüzlerce kez… Turgut’un küçük, zayıf bedeni buna dayanamamış ve bayılmıştı.

Kendine geldiğinde kendini zifiri karanlığın içinde buldu. Nezarethanede değildi, evde de değildi. Hırpalanmış bedeni şehir çöplüğüne bırakılmıştı. İlkbaharın en zifiri karanlık gecesinde yıldızlar düşüyordu saçlarına. Kim bilir kaç gece köyünde bu yıldızların altında düşlere dalmıştı Turgut. Oysa şimdi kandan seçilemeyen yüzüne düşüyordu yıldızlar yakamozlaşarak… Kendine iyice geldikten sonra bulduğu bir değneği dayanak yapıp evin yoluna koyuldu acılar içinde. Zaten kentin kenar mahallesindeydi evi, yakındı şehir dışındaki çöplüğe. Üstün bir çaba sarf ederek kendini eve atabilmişti sonunda. Kapının eşiğinde onu bekliyordu karısı; gözleri kan çanağına dönmüştü. Turgut, karısının kolları arasında konuşmaya çalışıyor ama kanla dolan ağzında acı bir boğumlanma oluyordu. Karısı kollarının altına girip içeri taşıdı onu. Turgut bir şeyler anlatmaya çalışıyor, karısı ise ağlıyordu hıçkıra hıçkıra. Acıyan ama gurur duyan gözlerle Turgut’a bakıp "sus!" dedi fısıltıyla. Bütün gece yaralarıyla uğraştı kocasının. Öyle yaralar açılmıştı ki bedeninde Turgut’un, aylarca acılarını hissetti bedeninde bu işkencenin. Ruhu da incinmişti. Artık burada duramayacağını düşünüyordu. Ama nereye nasıl gideceklerdi? Yaralarının acılarına karışıyordu çaresizliğin verdiği keder…

...Devamı bir sonraki yazıda...

YAZININ BİRİNCİ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ... 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
8 Yorum
Necip Çapraz Arşivi