İrfan Sarı

İrfan Sarı

Evvel zamanlardan

Evvel zamanlardan

Yağmur, nisan nostaljisiyle yağıyormuş doğduğum gün. Şimet dayım doğan on ikinci yeğeninin doğumunu bir başka heyecan ve aşkla öğrenir. Bu doğan bebeyi yani beni görmeye yoğurt ve köy yumurtası yüklenerek onca yolu yürüyerek gelmiş.

Doğumdan sonra rahatsızlanmasına rağmen anneme bir şey demeden direk gelip yüzümdeki tülbendi kaldırarak iri dudaklarıyla öptükten sonra odadakilere dönerek benim yeğenimin ismi Halil olacak demiş.

Daha sonra anneme dönerek, ‘korkma bu yiğidi dünyaya getirene Allah yardımcı olur’ diyerek usulünce memnuniyetini belirtmiş. Üç gün evden ayrılmamış gözaydına gelen eş dosta “bu benim yeğenim doktor olacak”der dururmuş.

Dayım, boylu poslu gür kaşlı kocaman bir çehreye sahipti. Onun için hayat; beslediği hayvanlardan ibaretti. Onlarla umut besler bu umutlarını geleceğe uçururdu. Ben doğunca umutlarına beni de kattığından fırsat buldukça köyden yaya olarak beni görmeye gelirdi. Daha yürümeye yeni alışmışken bile alır beni köye götürür anne şefkatiyle üstüme titrermiş.

Yıllar devrildikçe bu sevgisi de büyümüş bensiz zaman geçirmek istemez olmuş. Uzun ve acımasız kış günlerinde bile doğada kol gezen tehlikelere aldırmadan yollara düşermiş. Doğan her kuzuya, oğlağa ve buzağıya; alışana dek anasından kendi elleriyle süt emmeyi öğrettiği yıllar bir birini kovaladıkça bana olan umudu da hiç yitmemiş, aksine artarak devam etmiş.

Ben okula başlayınca “artık onu köye götürme” dediği için annemle olan kavgalarının olduğu günden beri dayımı artık sadece hafızamda bulabiliyorum. O gün annemle olan kavgalarında babam aralarını bulmuş ve uzlaştırmıştı. Artık, yaz tatillerinde dayımlara gidecektim bu uzlaşmaya göre. Buna razı olurken bile bir ah çekişi vardı, sesi sanki bütün odaya doldu, anneme bütün bakışlarını kesti. İsteği yerine gelmemiş çocuklar gibi ses etmeden çekip gitti. Bir dönem kızgınlığından evimize gelmedi ama okula beni ziyarete gelir Suna öğretmenimden sorardı.

Suna öğretmen ufak tefek atletik yapıda bir Anadolu kızıydı. Dayımın elini tutunca çanta gibi duruyordu. Bazen gelince beraberinde yoğurt ve köy yumurtası getirirdi öğretmenime ve az buçuk Türkçe'siyle derdi ki: 'Senin emeğin bunlarla ödenmez öğretmen ğanım.” Kızcağız da mahçup mahçup estağfurullah derdi.

Üçüncü sınıfa kadar Suna öğretmenle devam ettim öğrenimime. O anlamda şanslıydım çünkü buralarda bu kadar kalan öğretmene pek az rastlanılırdı. Bir mazeret bulur ve hemen çekip giderlerdi.

O yıllarda sağ sol fraksiyonlar türemiş kan gövdeyi götürüyordu.

Suna öğretmen, üçüncü yılında okulumuz öğretmenlerinden Hakan ile evlendi. Dayım evlilik hediyesi olarak bir kuzu getirmişti. Sevincini saklayamadı, sıçrayarak dayımın yanaklarından öptü. Ancak,  biz dördüncü sınıfta iken tayini çıktı. Sınıfça ağlamamız geri getirmeyecekti artık onu.

Anlaşma gereği ben de her yaz tatilinde köye dayımlara giderdim. Dayım ve Toré yengem yalnızlardı. İkisi bir birlerine deli gibi âşıktılar. Babası Toré yengeyi vermeyince dayıma kaçmış ve aylarca dağlarda kalmışlardı. Büyüklerin araya girmesiyle anlaşmasına anlaşmışlardı ama bu kaçak sevda bir türlü meyve vermemişti. Buralarda böylesi duruma az rastlanılırdı çünkü kadın doğuramıyorsa kabahat onda olur ve kuma kaçınılmaz olurdu. Buna rağmen dayım köy yeri baskılarına aldırmadan sevdiği ile mutlu bir yaşam sürüyordu. Ki daha sonraki yıllarda artık okula Toré yengeyle birlikte gelmeye başlayacaktı.

Radyo onun vazgeçilmeziydi. Kısa dalga üzerinden Erivan Radyosu’na ulaşır Qırapıté Xaço yada Kavis Ağa’yı (Erivan radyosu Kürt ses sanatçıları) dinlemekle kalmaz beraber söylerdi.

Bir tok sesi vardı ki... Yine Irak radyosunda Kürtçe müzik yayını süresince oturduğu yerden dağ gibi görünüm verirdi. Hele Türkçe haber servisinde radyoya iyice yaklaşır parazit almayacak yön bulur, pür dikkat, tabir yerindeyse nefesini tutarak dinlerdi. Ben de onunla dinlerdim çünkü haberler bittiğinde bana tekrarlatırdı. Hele Amerika’nın Sesi Radyosu’ndaki Türkçe haberler gelince ölürdüm çünkü bende ne dediğini anlamazdım kem küm ederken babam imdadıma yetişirdi.

Ama tepkisini koymaktan da alamazdı kendini. “O da aynı şeyleri dedi” diye.

Televizyon 1977 yılında evimizde girince babama; “bu kâfir işi” diye çıkıştı. Bir hafta sonra elinde bir saz eve geldi. Tutuşturduğu gibi elime  “hadi çal” dedi. Bu böyle olmaz öğrenmem lazım dedikçe de o, sazdan çıkardığım anlamsız seslere sözler uydurmaya çalışırdı. Annem ise bundan hoşnut olmamıştı “bu oğlumu derslerinden edecek” diye sitem edince evde kıyamet koptu. “Siz bu şeytanın içinde olduğu kutuyu getirdiniz bir şey olmadı da... Saz mı derslerinden edecek?”diye bağırdı çağırdı ve gecenin bir vaktinde evden çıktı gitti. Arkasından gitmem fayda vermedi.

Aç yırtıcıların şehre kadar sokulduğu bu dönemde köye yayan gitmişti. Bu kızgınlığı uzun sürdü. Ben de bir yandan okula gidiyor bir yandan da sazdan anlayan ağabeylerle sazı öğrenmeye çalışıyordum onun hatırına.

Bereket yaz tatilinde annemin inadını nihayet kırdım ve beraberimde sazımı da alıp köye, dayımlara gittim. Köy şenlik yerine döndü dayımın keyfine diyecek yoktu. Kuzular kesildi pilavlar yapıldı resmen bayram havasına döndü her yer. Meğer gideceğimizi babamdan öğrenince evvelden gidip bir de televizyon almış eve.

Akşam TRT haberlerinde çatışmaları ve ölüm haberlerini izlerken kalktı dışarı çıktı.

Toré yenge durumu izah edince arkasından dışarı çıktım. Tütününü sarmış cırcır böceklerinin sesleri altında ağlıyor sigara tüttürüyordu. Yanına oturdum başladım çalmaya sazı. ‘Lé Dotmamın’ eşliğinde dayı yeğen köylüyü topladık evin önüne.

80 cuntası bu görüntüleri ekrandan silip cezaevlerine taşıdığı yıl liseye başlamıştım.

Lise yıllarına da dayım çok arka çıktı bana. Şıpsevdiliğimi bir o anlıyordu annem babam ise azarlıyorlardı beni. Düşe kalka tıp fakültesinin yolu görününce annem ve babama alaycı söylemlerini söylemekten geri kalmıyordu dayım. Uzun yıllar sürecek yeni eğitimim için evden ayrılma faslını anlatmak istemiyorum ama biliyordum ki ortalık hüzün kaynıyordu.

Dayım ve babam benimle gelip kayıt işlerimi bitirene dek bana destek oldular. Bir müddet de yanımda kaldılar hatta dayım neredeyse bir dönem kaldı. Onun için arkadaşlar arasında alay konusu bile oldum. Ne yapayım bir türlü gitmiyordu. En sonunda onu uydurma bir telefonla; “Toré yenge hasta” diye ikna edip gönderdim. Ancak neredeyse bütün boş zamanlarımı postanelerde telefon kuyruklarında geçirdim.

Yeni girdiğim kocaman aileye ve şehre, alışmışlığımız, hasretimiz ve sevincimizle yılları sıralıyordum. Çok başarılı olmasam da kötü de sayılmazdım. Dördüncü sınıfın sonunda sosyete kızı bir arkadaşımla memlekete döndüm. Dayım Yatılı Bölge İlköğretim Okulu civarında otobüsü durdurdu, yani orda karşıladı bizi. Bu arkadaşım deyince elini tuttu ama hiçbir şey demedi ki arkadaşım elini uzatmasa belki onu da yapmayacaktı. Sevinci donuklaşınca arkadaşımla bakıştım ve kaş göz işaretleriyle eve kadar vardık. Durumu önceden izah etmiş ve biraz kapalı giyin diye de uyarmıştım ama o sosyete kızıydı, böyle alışmıştı. Bu havadan, evdeki karşılama faslı kurtardı bizi. Tabii gelişimizde bir de köy planı yapmıştık onun için arkadaşım bir kutu on ikilik fotoğraf makinesi filmi getirmişti beraberinde. İlk poza da dayımın kızgın ifadesini yerleştirmişti.

Bir hafta sonra dayımlara gitmek üzere köye yol aldık. Köyün girişinde bizi bekliyordu dayım. Arkadaşım yine aynı tarz giyimiyle yanımdaydı. Buralarda misafir ne olursa olsun yüz asmak olmazdı onun düşüncesinde ve ben bunu biliyordum.

Bir ay sürecek köy tatilimiz böylelikle başlamış oldu.

Arkadaşım, köy yaşamını ilk kez görüyordu ancak daha ilk gün Toré yengeyle bériye, yani koyun sağmaya gitmesi ve sanki bütün bunlara alışıkmış gibi davranması beni şaşırttı. Bir elinde süt bakracı çıplak kollar ve fotoğraf makinesi Sosyete Béri’ye çıkardı adını.

Artık herkes ona Sosyete Béri demeye başladı.

O kadar kendini kaptırdı ki beriden döner dönmez bu kez ot biçen köylünün yanına gidiyordu tırpan çekişlerini, tırmıkla ot toplayanları kare kare fotoğraflıyordu. Bir hafta sonra güneş kreminin işe yaramadığını çatlayan dudaklarından ve yanan teninden anlamış oldu ki artık o da beriler gibi örtünmeye başladı. Başörtüsünü takınca minnacık yüzü kayboluyor topuz burnu bir başına kalıyordu.

Tam bir köylü kızıydı şimdi.

Hemen hemen her gün dayımla ot biçmeye gidiyor, dönüşte de beriye giderek kuzularla oynaşıyordu. Akşam o yorgunlukla yığılıp uyuya kalıyordu. Ama ben uyandırır dayımların komşusunun bahçesinden salatalık çalmaya götürürdüm. Bunu da programına aldı.

Salatalık çaldıktan sonra dayımlarla balkonda oturur sohbet ederken o yine başını omzuma dayayıp uyurdu. Toré yenge destek olur onu yatağına götürürdü ve onun için gün biterdi artık.

Gittiğimizin ikinci Cuması köyleri ev ev dolaşma kararı aldık. Her eve gidiyor sohbet ediyor resim çekiyor Kürtçe çeviri yapıyoruz. Cuma namazından sonra çocuklar kavga var diye bağırıştılar. Koşarak gittik Şimet dayının elleri kan içerisindeydi hatta üstü başı kanlıydı.

Meğer köyün hocası vaizinde; “Bu kız geldikten sonra bereketimiz kaçtı.”demiş. Dayım da namazdan sonra bir güzel dövmüş. Arkadaşımla bunu duyduktan sonra gülmeye başladık. Hiddetli hiddetli; “Ne gülüyorsunuz açıkta bir şey mi var?”deyince sustuk.

İmam köyden o gün kovulunca biz yine normal yaşama döndük.

Getirdiği bütün filmleri tüketmişti ki biz de ayrılma zamanı geldi artık dedik ve ayrıldık köyden. Köylü, çoluk çocuk hep birlikte bizleri uğurladı. Hepsinin birer fotoğrafını beraberimizde götürerek biz de onlarla vedalaşmış olduk. Yaz tatilimiz bittikten sonra okulumuzun son yılını okumak üzere geri döndüğümüzde yine o klasik veda sahneleri hüznümüze döküldü. Uzun otobüs yolculuğu boyunca anılarımızı depreştirdik.

Son yılımızı hep o anıları anlatmakla ve kaleme almakla geçirdi arkadaşım. Artık bir dahaki yaz tatiline misafirlerim çoğalmıştı, daha doğrusu dayımın misafirleri.

Bizler bu hayalleri kurarken...

Maalesef  bu misafirlikler haber kanallarına düşen şu haberlerle asla gerçekleşemeyecekti:
Kırsal alanda yapılan operasyonlarda Şimet YILDIZ adlı terörist ölü olarak ele geçirildi.

57 yaşında terörist diye vurulan bu adam benim dayımdı.

Bütün hayatı boyunca köy yaşamının dışına çıkmayan ve ondan başka bir dünyası olmayan dayım doktorluk diplomamı görmeden hak etmediği bir biçimde hayattan koparılmıştı.

- Kurumadıkça Bir Pınar Öz Suyu Her Gözyaşı Kendi Yatağında Hep Ağlar.-(Vedat Koparan)

Haziran-2006 - Şırnak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
10 Yorum
İrfan Sarı Arşivi