İbrahim Genç

İbrahim Genç

Barış sürecinde Kürtler ölüyor

Barış sürecinde Kürtler ölüyor

Ortadoğu’da dengeler öyle bir değişti ki artık hiç kimse bir gün önceki kendisi olarak kalmadı, zorunlu da olsa değişti. Bu değişimi doğuran önemli olgulardan bir tanesi Kürtlerin ulusal bilinç ekseninde örgütlenmesi, ikincisi ise uluslar arası konjonktürün bölge ülkeleri üzerindeki etkisiydi. Tabii bu iki realiteden dolayı yenildiklerini kabul etmeyen ya da gururlarına yedirmeyen bölge ülkeleri, “demokratmış” gibi kendilerini göstermeye başladılar. Kimileri “petrol” hatırına Kürdistan’ı bile kabul etme noktasına gelirken kimileri de “vatandaşlık” bile vermedikleri Kürtlerle eşit koşullarda masaya oturabileceğini söylemeye başladı. Zor duruma düşmüşlerdi; böylece Kürtlerin gasp edilen haklarının verilmesi artık kaçınılmaz bir hal alıyordu. Yine de eski “efendi” ve “Lütufkar” alışkanlıklarından vazgeçmemekte ısrar ediyorlar. Kürtler mi? “Benim sayemde kendilerine Kürt diyorlar” demeye başladılar. “E tamam da, Kürtlerin dilsel ve yönetimsel hakları hani?” dediğinizde ise “Yaw orasını karıştırma” cevabı geliyor.

Oysa Kürtler artık tek taraflı barış süreçlerinden, kuyruğu Ortadoğu’da sıkışanları rahatlatma işinden epeyce sıkıldılar. AKP Hükümeti, Tamil Kaplanları’nı bitirme amacıyla 10 bine yakın insanı katleden Srilanka’dan dem vurup bir ara altı ayda sorunu silahla bitireceğini düşündü. O ara baya kan da döküldü. Hatta hızlarını alamadılar ve Roboski’de 34 köylüyü bile paramparça ettiler. E sonuç? Sonunda hem bu işin sonu olmadığını anladılar hem de Ortadoğu’da Kürtler lehine dengelerin değiştiğini gördüler ve hemen Öcalan’ın öncülüğünde barış-çözüm süreci diye bir şeyler ortaya attılar.

Tabii ne yazıktır ki adalet ve eşitlik kokan bir süreç olduğunu söyleyemeyiz. Barış süreci dediler ama her defasında Kürtlerin öldürülmesi devam etti. Önce Paris’te üç siyasetçi Kürt kadın katledildi ama aydınlatılamadı. Kürtler ısrarla barış dediler. İstanbul’da Gezi olayları patlak verdi. Kürtler barış sürecine olan inançlarından dolayı mesafeli durdular. Lice’de barış sürecine rağmen artan karakol yapımına halk tepki gösterince bir genç öldürüldü. Hükümet derin bir soruşturma başlatmak yerine halkı uyuşturucu taciri diye lanse etmeye çalıştı.

Ve barış sürecinde bir halkı tahrik etmek amacıyla yapılan mezar tahripleri… Bunu her kim yapıyorsa asla ve asla Müslüman değildir. Öncelikle bu hakikati teslim edelim. E tabii halk da bu saygısızlığı protesto ediyor. Edemez mi? Hani ileri demokrasi ülkesiydik? Tabii bunlar boş laflar… sonuç? Hakkari’de iki emekçi yurtsever polis kurşunlarıyla katledildi. Bu katliamı protesto etmek için yapılan gösterilerde de bir yurttaş daha katledildi. Toplam 3 can daha barış sürecinde öldürüldü. Hükümet, hangi barış süreci olduğu hâlâ anlaşılmayan “süreç devam edecek” diyor ama bu katliamlarla ilgili toplumu sakinleştirecek bir açıklama yapmıyor. Tamamen Roboski katliamı karşısındaki tavrı sergiliyorlar.

BU KATLİAMLAR İÇİN ÖZÜR DİLEYİN!

AKP Hükümeti’nin yaptığı en kurnazca işlerden bir tanesi de Kürtlere yapılan katliamları “devlet içindeki derin güçler” edebiyatına bağlamasıdır. Jitem-Ergenekon’la da hesaplaştığı izlenimi vermesine rağmen mahkeme iddianamelerinden bu insanların Kürtlere karşı işlediği suçlardan dolayı yargılanmadığı ortaya çıkıyordu. Şimdi de bir devlet olgunluğuyla hareket edip barış sürecine yakışır bir dil geliştirmek yerine hâlâ “buyurgan” ve “efendi” bir dil kullanıyor. Şu an bütün kamu kurumları elinde olan Hükümet’in geçmişte yaşananlar için özür dileyip, hakikatlerin ortaya çıkması için bir komisyon kurması beklenirken kurnazlık peşinde koşuluyor. Kürtlerin anadil, yasal güvence, statü gibi talepleri görmezden geliniyor ve ısrarla somut bir adım atılmıyor. Kimse suçu Türk halkına atmasın. AKP’nin kendisi değil miydi barış sürecine desteğin %75 olduğunu ve daha da yükseldiğini söyleyen? Türk ve Kürt halkı barışa hazır ama dürüst bir Hükümet’e ve gerçeğin sesi olacak bir medyaya ihtiyaç var.

Bu ülkede nelerin yaşandığını yıllardır Kürtler haykırıyor. Okyanus ötesinden Noam Chomsky, Amerikan Müdahaleciliği kitabında “Türkiye’nin Kürtleri şiddetle bastırması yıllardır  büyük bir skandaldı. Bu skandal 1990’larda zirveye ulaştı. Göstergelerden birisi, Türk ordusu kırsal bölgeleri yakıp yıktıkça,1990-1994 arasında bir milyondan fazla Kürdün buralardan gayrı resmi başkenti Diyarbakır’a kaçışıdır. Türkiye’nin insan haklarından sorumlu  devlet bakanına göre iki milyon kişi evsiz bırakıldı ve Bakan bunun kısmen ‘devlet terörünün’ sonucu olduğunu kabul etti. İşkence, binlerce köyün yıkılması, napalmlarla bombalamalar ve genellikle on binlerce olduğu tahmin edilen, sayısı bilinmeyen savaş kayıplarının (hiç kimse ölenleri saymıyordu)yanı sıra, yalnızca Kürtlerin öldürüldüğü “esrarengiz cinayetler” (özel timlerin neden olduğu sanılmaktadır.) 1993 ve 1994’te  3.200’e ulaşmıştı.” şeklinde yazıp bunu etnik bir temizlik olarak nitelendiriyordu. Bu hakikati on yıl önce kaldıramayan Türkiye, kitap hakkında dava açmıştı.

1986’da Kürt bölgesine gönderilen ilk 320 kişilik özel harekatçı grupta yer alan Ayhan Çarkın 2011’deki itiraflarında “Bebek katili” propagandasının ortaya çıkmasına neden köy baskının Jitem’in işi olduğunu söylerken bir ay önceki itiraflarında ise “Namuslu olan Kürt toplumu baskı ve zulüm gördü. Karşımıza bölücü ve yıkıcı olarak getirildi. Halkına dışkı yediren zulüm eden zihniyetin cumhuriyetle alakası yoktur. Bu zihniyetin hesap sorulması gerekiyor.” diyordu. Düşünebiliyor musunuz? Bir devlet insanına dışkı yediriyor ve adalet de bu insanları korumadığı için insanlar ancak AİHM’e başvuruyor ve Türkiye tazminata mahkum ediliyor.

Aynı şekilde Şırnak’ın Kumçatı ve Koçağlı köylerini, 26 Mart 1994’te kendi savaş uçaklarıyla bombalayan bir Türkiye’den bahsediyoruz. 38 köylü katledildi bu köylerde. Devlet yıllarca bunu reddetti. Dava mahkemelerde gidip geldi. Sonuç? İnsanlar yine adalet için AİHM’e başvurdu ve geçen aylarda sonuçlanan mahkemede Türkiye 2 milyon euro tazminata mahkum edildi. Geç de olsa ortaya çıkıyor bunlar. Bugün artık gazetelerden köy yakma taburları olduğunu öğreniyoruz. Bu taburlarda yer alan bir askerin “Bu bölgede 2-2,5 ay kadar kaldık. Bizim taburumuza verilen görev köyleri yakmaktı. Orada kaldığımız süre içerisinde Hazro, Lice, Hani ve Kulp ilçelerine bağlı yaklaşık 30 köyü yaktık. Köylere girince komutanlarımız askerleri ikişer, üçer kişi olarak evleri yakmakla görevlendiriyordu, evlere girip dışarı çıkın yakacağız diyorduk, eşyalarını boşaltmak için fırsat vermiyorduk” şeklindeki sözleri bunu gösteriyor.

Sonuç olarak barış diyorsanız eğer önce dilinizi düzeltmeli ve bir halkın “millet” olmaktan doğan tüm haklarını, taleplerini meşru görüp tanımalısınız. Bugün dünya çapında kendisine saygı duyulan Nelson Mandela’yı dünya uğurlarken onun mücadelesini ve halkının çektiği acıya bakın. Her ne kadar Apartheid rejimi her türlü ırkçılığı yapmışsa da Mandela ve halkını muhatap aldığında kullandığı dile bakın. De Klerk’in Mandela ile konuşmalarına ve siyahlara yönelik tutumuna bakın. Ya da Kolombiya’da Hükümet’in FARC gerillalarıyla yürüttüğü barış görüşmelerindeki medeni tavra bakın ve örnek alın. Bir halka karşı uyguladıkları soykırımdan dolayı diz çöküp Almanya adına özür dileyen Willy Brandt’a bakın.

Tüm ırkçıların ve “efendi” kompleksine girip kibirlerine yenik düşenlerin adaletle kurulacak bir barışın her türlü savaştan daha iyi olduğunu anlayamayacak kadar ahmak olabileceklerine inanmıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum
İbrahim Genç Arşivi