İbrahim Genç

İbrahim Genç

Ana dilde eğitim

Ana dilde eğitim

Ülkemizde ana dillerin korunması ve geliştirilmesi bir yana, Cumhuriyet tarihi boyunca ana dillere yönelik süregelen inkar-imha-asimilasyon politikaları birçok ana dilin yok olmasına ya da zayıflamasına neden oldu. Zamanla ana dillerinin önemini kavrayan toplumlar geç de olsa harekete geçtiler. Bugün artık ana dillerin varlığı inkar edilmiyor ama diller üzerindeki asimilasyon politikaları evrimleşerek devam ediyor. Yeni dil politikalarının en önemli planı; dilleri itibarsızlaştırarak zamanla kaybolmasını beklemektir. Bu sebeple dile yönelik politikalar, kendi içinde başka siyasi hesapların ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Geçmişin benzeşmeci (asimilasyoncu) politikaları terk edilse de dilin statüsüz bırakılması, dilin eğitimde kullanılmasını zorlaştırmakta ve insanların ana dillerini “yabancı dil” olarak öğrenmelerine mecbur bırakılmaktadır.

Tam da bu noktada yeni eğitim sisteminde Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulmasının kendi içinde çelişkilerini tartışmak gerekiyor. Burada Türk eğitim bilimci ve dilbilimcilerin gerekirse ortak deklarasyon yayımlayarak tavır almaları önemli olurdu. Fakat ülkemizde ne siyasiler bilim adamlarının görüşlerine itibar ediyor ne de bilim adamları ortak bir tavır alıyorlar. Oysa Hollanda’da 2004’te ana dili dersleri kaldırıldığında ilk tepki gösterenler Hollandalı dil bilimciler oldular. Öyle ki kararın yanlış olduğunu, ana dili eğitiminin uyumda olumlu katkıları olduğunu belirten bir manifesto yayımladılar (1). Peki ülkemizdeki dil bilimciler ne yapıyorlar? Kendi uzmanlık alanlarına giren konularda halkı bilinçlendirmek, gerekirse yanlış uygulamalar karşısında tavır almak bilim adamı olmanın bir gereği değil mi?

Evrensel insan hakları ölçütlerine bakarsak bir çocuğun ta ana sınıfından itibaren ana dilinde eğitim alması gerekmektedir. Bunu anlamak için işin uzmanı olmaya da gerek yok. Ana dili Türkçe olmayan çocukların okudukları okullara gidip gözlemleyin. Daha önce hiç bilmedikleri bir dilde eğitim almaya zorlanan çocukların yaşadıkları zorlukları herkes yerinde tespit edebilir. Bugün yapılan saha çalışmaları da “Birçok öğretmen, öğrencilerin aslında öğrenmeye istekli olduklarını ve öğrenmek için çabaladıklarını belirtirken, yeterince Türkçe

bilemedikleri için belki de ‘geleceğin bilim adamı’ olma fırsatını kaçırdıklarını ifade etti. Ayrıca, sıklıkla gözlemlenen noktalardan biri de, çocukların kendilerini Türkçe ifade edememesinden dolayı öğretmenler tarafından ‘zekâ eksikliği olan’, ‘kafası çalışmayan’ veya ‘algılayamayan’ öğrenciler olarak değerlendirilmesidir (2).”  diyor. Bu sebepledir ki yapılan gözlemler de Kürt çocuklarına eğitim verme tecrübesi yaşayan birçok öğretmenin de ana dilinde eğitimi desteklediği yönündedir.

Bunu ben de birçok sınıf öğretmeninden duymaktayım. Yeni atandıkları yerlerde Türkçe bilmeyen çocuklara önce Türkçe öğretmek ya da okuma-yazma öğretmek arasında sıkışıp kalan öğretmenler yeterince verimli de olamamaktadır. Öğrenciler de kendilerini ifade edemedikleri için okuldan korkabilmekteler ya da derslere katılamamaktadırlar. Yine saha çalışmalarında öğretmenlerle yapılan mülakatlar da gösteriyor ki kendini ifade edemeyen çocuklar daha başarısız olmakta ve çekingen hale gelebilmektedir. Öyle ki birçok Kürt çocuğun öğrendiği ilk kelime “susmak” oluyor ve öğretmen-öğrenci arasındaki iletişimsizlik içinde zilin çalmasıyla dışarı çıkan çocukların kendi ana dillerinde daha neşeli, canlı oldukları gözlemleniyor (2). Aslında bu noktada öğretmenlerin de dinsel ve dilsel çeşitlilik noktasında eğitimsiz olması, entelektüel bir anlayışa sahip olmamaları da sorunun başka bir boyutudur.

Oysa öğretmenlerin her yıl eğitim-öğretimin başlamadan yaptıkları çalışmalardan olan “çevre incelemesi”nin daha titiz yapılması gerekiyor. Çevre incelemelerinde, eğitimin sosyal ve ekonomik yapıyla uyumu ele alınır. Çocuğun eğitimini olumsuz etkileyen faktörler belirlenirken çocuğa yönelik uygulanacak eğitim metodu da oluşturur. İşin ilginç yanı; özellikle Kürt illerinde eğitimin en büyük sorunu dil-iletişim sorunu iken bununla ilgili kayda değer tespitlere yer verilmemesidir. Çocuğun ailesinin tarla işiyle uğraşmasının olumsuz etkilerini tespit edip ana dili Türkçe olmayan çocukların başka bir dille eğitime zorlanmasının insanî-vicdanî yönü ve eğitimi zorlaştıran etkisi nasıl görmezden geliniyor? C. Ouchinski’nin deyişiyle “Eğer, bir çocuğu çevreleyen tabiat ve insanların ve hatta odasının duvarında asılı bir tablonun, oynadığı oyuncakların, çocuğun ruhu ve gelişmesinin yönlendirilmesi üzerinde bir etki yaptığını kabul ediyorsak, her halkın dilinin kendine özgü bir karakteri olduğunu; doğanın, yaşamın, insanlar arasındaki ilişkilerin bu ilk yorumcusunu, bunun sayesinde ruhun her şeyi gördüğü, anladığı ve hissettiği ve ruhu saran bu ince ve nazik atmosferi, özgün bir karakterle dolu bu fenomeninin etkisini nasıl inkâr edebiliriz? (3)”

STATÜSÜZ DİLDE EĞİTİM

Türkiye’de bugünkü mevcut yapılanma ve yasalar ana dilinde eğitimi mümkün kılmamaktadır. Bu konuyla ilgili gelişmeler her ne kadar 2000’li yılların başında Avrupa Birliği (AB)’ne katılım çerçevesinde geliştiyse de hiçbir zaman tatmin edici sonuçlar vermedi. Yapılan çalışmalarda en büyük eksiklik, dile bakışın olumsuz ve itici olmasıydı. Çünkü bir dile önce onur ve itibar verilmedikçe o dilin zamanla hakim dil karşısında tutunması mümkün olmayabilmektedir. Bu anlamda Kürtler özelinde konuya bakacak olursak ilk defa Kürtçe kurslara izin verilmesi, kısmî faydalar sağlasa da Kürtçenin gelişimine büyük katkılar sağladığı söylenemez. Hatta Kürtçeye itibar da kaybettirmiştir. Çünkü Kürtçeye dair herhangi bir siyasi statünün verilmemesi, Kürtçe kurslardan mezun olanların herhangi bir ekonomik getiri elde edememesi kurslara ilgiyi azaltmıştı. Bunun sonucunda da Kürtçe ve Kürtlerle ilgili küçümseyici yaklaşımlar ortaya çıkmıştı.

Aslına bakılırsa da bugün Kürtlerin istedikleri, Başbakan Erdoğan’ın kendi milleti için istedikleriyle aynıdır. Hatırlarsak Başbakan bir Almanya ziyaretinde “Asimilasyon insanlık suçudur.” demişti. Almanya’daki Türklerin ana dillerini korumalarını tavsiye etmişti ve oradaki Türklerin Almancayı, Türkçeyi öğrendikten sonra öğrenmeleri gerektiğini vurgulamıştı. Almanya’dan da Türk okullarının açılmasını istemişti. Bu istemleri Almanya’da göçmen olan kendi ırkdaşları için isteyen Başbakan’ın kendi ülkesinde ve üstelik kendi öz yurtlarında yaşayan Kürtlerin ana dilinde eğitim talebine olumsuz yaklaşması, hatta bölücülük olarak görmesi bir ayrımcılık, çifte standart değil midir? Gelinen aşamada Kürtçenin “yabancı dil” statüsünde ve “Yaşayan diller ve lehçeler” adıyla seçmeli hale getirilmesine karar verildi. Haftada iki saat verilmesi planlanan seçmeli Kürtçe dersinin ortaokul döneminde verilecek olması da ayrıca olumsuz bir tavırdır. Oysa asıl sıkıntı; çocuklar okula yeni başladıklarında ortaya çıkmaktadır. Ama yapılmak istenen şu ki Kürt çocukları; asimilasyona tabi tutulup da kelime haznesi ve anlam dünyası Türkçe lehine gelişip çocuğun ruhunda Kürtçenin kök salmasının engellenmesinden sonra “yabancı dil” olarak ana dilinin bir lütuf olarak kabul ettirilmesidir.

Oysa bugün AB ülkelerinde yaşayan göçmen Türkler bile ana dilinde eğitimin ilköğretimden başlamasını talep ediyorlar. Çeşitli ülkelerin ana dilinde eğitime olumsuz bakışına karşı Türk dil bilimci ve siyasetçiler ek önlemler alma yoluna gidiyorlar. Özellikle Hollanda’da ana dilinde eğitimin ortaokulda verilmesi söz konusu olduğunda bunun sakıncalarını Tilburg Üniversitesinden dil bilimci Kutlay Yağmur “Eğitim bakanlığı Türkçenin orta dereceli okullarda ‘yabancı dil’ olarak öğretimini sağlamakta ancak ilkokullarda verilen Türkçe derslerine karşı çıkmaktadır. Aslında bu durumun açıklaması oldukça basittir: ilkokulda anadili eğitimi almayan çocuklar Türkçe okuma-yazma becerisine sahip olmayacak ve dil öğreniminde kritik bir yaş olan 12’den sonra da orta dereceli okullardaki Türkçe öğretimine ilgi tamamen azalacaktır. Türkçe okuma-yazma becerileri olmayan çocukların anadilindeki becerileri zamanla körelecek ve uzun vadede de anadili evde konuşulmaz hale gelecektir (1).” sözleriyle eleştirmektedir.

Başta Türkiye olmak üzere farklı halkları bünyelerinde bulunduran her ülke öncelikle söz konusu halkın ana dilinde eğitim olanağı sunmalı. Ana dilinde eğitimi, ikincil dil olarak ülkenin resmi dilini öğretmek için araç olarak da kullanabilir. Ama ne olursa olsun bir çocuk, yabancısı olduğu bir dille eğitim almaya zorlanmamalı. Bu, hem kişisel özgürlüğe hem de eşitliğe aykırıdır. Bu konuda C. Ouchinski’nin ifadesiyle  “Yabancı dil eğitimi, çok küçük yaşlarda başlamamalı, çocuğun ruhunda ana dilinin köklerini derinlere saldığının tespiti yapılmadan önce, çocuk hiçbir zaman yabancı dile başlatılmamalı(3).” Bu konularda çalışmaları bulunan dil bilimci Profesör Tove Skutnabb-Kangas da, Kürt çocukların egemen dilde eğitim almaya zorlanmalarının uluslar arası standartlara uygun olmadığını belirttikten sonra “Kürt çocukları, en az ilk 6 yıl, mümkünse 8 yıl, eğitim dilinin bütün derslerde asıl olarak Kürtçe olduğu bir eğitim almalıdırlar. Öğretmenlerin, ikinci dil olarak Türkçe öğreten öğretmenler de dahil, iki dilli olmaları gerekir. Çocukların iki dili karşılaştırabilmeleri ve böylece her ikisini de daha iyi düzeyde öğrenebilmeleri için, öğretmenlerin hem çocuğun dilini hem de Türkçeyi bilmeleri gerekir (Özgür Gündem, 07.04.2012).” önerisinde bulunmaktadır.

(1)   Kutlay Yağmur, Batı Avrupa’da Uygulanan Dil Politikaları Kapsamında Türkçe Öğretimin Değerlendirilmesi, Bilig, Güz 2010

(2)   Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Dil Yarası: Türkiye’de        Eğitimde Anadilinin Kullanılması Sorunu ve Kürt Öğrencilerin Deneyimleri, Ekim 2010

(3)   C. Ouchinski, Ana Dilinde Düşünmek, Çev: Ali Ak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
17 Yorum
İbrahim Genç Arşivi