Ümit Yazıcıoğlu

Ümit Yazıcıoğlu

Alınak ve Hukuku Savunma

Alınak ve Hukuku Savunma

Bugün bu sütunlarda sizinle Tarihi, Siyasi ve Hukuki içeriği Kürt sorunu bağlamında analiz edildiğinde çok önemli olan Değerli Mahmut Alınak´ın kaleme almış olduğu aynı zamanda kendilerinin Kars 1. Asliye Ceza Mahkemesi'ne  sunduğu savunmayı aynen sizlerle paylaşmak istiyorum.

"KONU : Başbakan ve Genelkurmay Başkanı"nı Birleşmiş Milletler"e şikayet ettiğim için mahkemenizce cezalandırılmam istenmektedir. Oysa görevlerini yapmadıkları ve kötüye kullandıkları için Başbakan ve Genel Kurmay Başkanı" nın şimdi bu sanık sandalyesinde olmaları gerekirdi. Ancak ne var ki, bize uygulanan ceza kanunu, devleti yönetenlere işlememektedir. Bu nedenle böyle bir beklentim yoktur. Benim de içinde yer aldığım pek çok kişi hakkında düşüncelerimiz nedeniyle peş peşe ceza davaları açılırken, Başbakan daha üç gün önce Sayın Çetin Altan için düzenlenen Kültür ve Sanat Ödülü töreninde, “Türkiye düşünceyi cezalandıran bir ülke olmayı artık geride bıraktı.”diye nutuk attı. Oysa ben daha birkaç hafta önce cezaevinden çıktım. Besbelli Başbakan bizim düşüncelerimizi düşünce olarak kabul etmemektedir. Anlaşılan açıklanan düşünce Başbakan" ın hoşuna gitmiyorsa düşünce değildir! İleri sürülen düşünce devlet görüşüne uygun değilse suçtur!
Hakkımda açılan öteki tüm davalarda olduğu gibi bana bu davadan da ceza verileceğini biliyorum. İşte bu bilinçle beyanda bulunuyorum:

Sayın Yargıç,

Çocukluğumda bana Kürt olduğum ve Kürtçe" nin adaletsiz bir savaşla karşı karşıya olduğu söylenseydi, o zamanlar henüz ilk adımlarını atmakta olduğum şimdiki hayat yolculuğum herhalde başka türlü olurdu. Mesela daha o çocuk yaşta öğretmenimizin Türkçe öğretmek için bizi sopayla dövüp çığlık çığlığa bağırttığı okula isyan ederdim, gitmezdim. O sopaların çocuk bedenimde yol açtığı ağrıları ruhumda hala hissederim. Öğretmenimizin sopa darbeleri altında Kürtçe ağıt yakan çocukluk arkadaşım Edo" nun acı feryatları hala kulaklarımdadır.
Bu dayaklar ve aşağılamalar yüzünden Kürtlüğüme öfke ve düşmanlık duyduğum o zavallı çocukluğumda, "beni adam eder" diye gittiğim köydeki ilkokulun, aslında Türkiye Cumhuriyeti asimilasyon siyasetinin bir aracı elbette bilemezdim.

O zaman büyüklerimizin öve öve göklere çıkardıkları İsmet İnönü" nün 1935 yılında başbakanken, Cumhurbaşkanı M. Kemal Atatürk ve hükümete Kürtler hakkında gizli bir rapor verdiğini nereden bilebilirdim ki! Böyle bir şeyi rüyamda görsem bile inanmazdım. İsmet Paşa bize böyle bir şey yapmazdı! Canım babacığım olup bitenlerden habersiz yıllarca onun isminin bayraktarlığını yapmıştı. ( İsmet İnönü" nün bu raporunun celbini istemekteyim.)

Sonraki yıllarda, çok sonraları bugünkü devlet siyasetinin, Osmanlı" dan günümüze kadar süregelen değişmez (klasik) Kürt siyaseti olduğunu ve cumhuriyetin ilanının Kürt ve Türk halkına hiçbir şey kazandırmadığını kitaplardan öğrendiğimde duvara toslamış gibi irkilmiş, şaşırıp kalmıştım.

İsmet İnönü" nün yakın zamanda kitap olarak da yayımlanan o gizli raporda: "Türkler ile Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu, Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır. Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır. Düşman unsurlar içinde saldırgan olan teşkilat Kürt reisleri ve adamlarıdır... Erzurum'un kalkınmasını az senelerde temin edebilirsek, kuzeyde hududa karşı, içeride Kürtlere karşı sağlam bir Türk merkezini kurmuş oluruz. Erzincan'ın Kürt merkezi olmasıyla, Kürdistan' ın meydana gelmesinden kaygılanmak yerindedir."dediğini öğrenebilmem için neredeyse yarım asrın geçmesi gerekecekti.

Mareşal Fevzi Çakmak" ın 1930 senesinde Meclis" e Kürtlerin Türkleşmeleri için Kürdistan" dan sürgün edilmelerini teklif ettiğini ve bu teklifinin uygun görüldüğünü, bu teklifinde, “Erzincan Kürtlüğü devam ettikçe Kızıl Kürdistan tehlikesi var olmaya devam edecektir.” dediğini kitap olarak yayımlanan Genelkurmay arşivini okuduğumda donup kalmıştım. ( Fevzi Çakmak" ın bu raporunun celbini talep etmekteyim.)

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ve İsmet İnönü" nün imzasını taşıyan Şark Islahat Planı ile de Kürtlere sokakta dahi Kürtçe konuşmanın yasaklandığını, konuşanların ise cezalandırıldığını öğrenince hayal kırıklığım dehşete dönüşmüştü.

Onlarca maddeden oluşan Şark Islahat Planı"nda, devlet dairelerine giden Kürtlerin isteklerini tercüman aracılığı ile olsa bile kabul edilmeyeceği, böylece Türkçe" yi öğrenmek zorunda bırakılmaları, Kürtlerin batı illerine zorla tehcir edilmeleri, iskan edildikleri yerlerde Türk nüfusun yüzde onundan fazla olmamalarına dikkat edilmesi, Kürtlerin asimilasyona uğratılmaları için Kürt yerleşim birimlerine Türklerin yerleştirilmeleri, aynı amaçla Türk kızlarının Kürt gençleri ile evlendirilmeleri, Kürt kadınlarına Kürtçe konuşma yasağının konulması gibi akla sığmaz tedbirler karar altına alınmıştır. ( Bu korkunç tarihi gerçeğin gün ışığına çıkması için Şark Islahat Planı" nın celbini istemekteyim.) Ve yine çok uzun yıllar sonra öğrendim ki, 1923 tarihli Lozan Anlaşması ile dünyanın en eski milletlerinden biri olan Kürtlerin vatanı Kürdistan dört parçaya bölünerek Türkiye, İran, Fransa (Suriye) ve İngiltere (Irak) arasında paylaşılmış. Adı yasaklı Kürdistan işte o günden sonra bu devletlerin toprağı olarak kabul edilmiştir. Oysaki bu durum, tarihi ve sosyolojik gerçeklere aykırıdır.

Mademki hakkımda böyle ağır bir ithamla dava açıldı, öyleyse bugüne kadar hasır altı edilen bazı tarihi gerçekleri açıklamak benim yönümden kaçınılmaz olmaktadır: Ankara siyasetinin zaman kaybı olduğu artık göz önündedir. Seksen beş yıllık Türkiye Cumhuriyeti tarihinin de gösterdiği gibi, Ankara" da hükümetler değişse de Türk ve Kürt halkını kıskaca alan sorunlar can yakmaya devam ediyor.

Ankara" da iktidar koltuğuna kim oturursa otursun, Kemalist ruh yönetiyor ülkeyi. Hükümetlerin görevi bu ruha sadık olmak ve ona hizmet etmektir. Bilindiği gibi Kemalist siyaset Kürt sorununda inkarcı, ekonomide kapitalist, devlet yönetmede ise militaristtir. Demokrasi ve özgürlük sözcükleri Kemalist lügatta yer almazlar.
Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti" nin Kürt sorununda ki inkarcı siyasetinin temeli Kemalistlerce 1919" da atılmış ve bu güne kadar değişmeden sürmüştür. Mustafa Kemal" in Nutuk"ta ki şu sözleri sarsıcıdır. “Erzurum"da bulunduğum sırada Celadet ve Kamuran Ali adında iki şahsın İstanbul" dan Kürdistan" a gönderileceği haberi alındı. Bunların gözetlenerek yakalanmaları gereğini 3 Temmuz 1919 tarihinde Diyarbakır"da 13. Kolordu komutanına bildirdim.”

Yine Nutuk"ta, “10 Eylül 1919" da İlyas Beye Kürtlük akımına asla elverişli bir ortam bırakılmaması talimatını verdim.” demektedir. Oysa M. Kemal"in o tarihlerde herhangi bir devlet görevi bile yoktu. (M. Kemal" ın Nutuk kitabının celp edilerek bu tarihi gerçeklerin tutanağa geçirilmesini talep etmekteyim.)

1921 başlarında Koçgiri" de Kürt isyancıları nasıl ortadan kaldırdığını Nutuk"ta yine kendisi anlatır. Dersim"e uçaktan bomba yağdırmaya giden Sabiha Gökçen bizzat Mustafa Kemal tarafından uğurlanmıştır.
Kemalistler Kürt ulusal sorununu bugüne miras bırakmış olmakla, sadece Kürt halkına değil Türk halkına da büyük kötülükler yaptılar. O zamanlar Kürtlerin ulusal haklarını tanımış olsalardı, bu gün gençler ölmez, ocaklar sönmez, analar ağlamazdı. Kanın aktığı bu topraklardan sevgi ve mutluluk çiçekleri açmış olurdu.

Bilindiği gibi İngilizler 16 Mart 1920" de padişah meclisini kapattıktan sonra Kemalistler ortaya çıkan hükümet boşluğundan yararlanarak Ankara Meclisi" ni kurdular. Yoksa işgalcilerle çarpışarak bir ülke kurmadılar. Yaptıkları şey, İngilizlerin İstanbul" da dağıttıkları meclisi Ankara" ya taşımaktı. Antep" te, Urfa"da, Maraş"ta, Antalya"da, Mersin ve Samsun"da İngiliz, Fransız ve İtalyan kuvvetlerine tek bir kurşun bile atmadılar. Onlar Ferit Paşa hükümetini devirip iktidarı ele geçirme planları yaparken, işgalcilerle kardeş Türk ve Kürt yoksulları savaşıyorlardı. Örneğin yoksul halk 1920 Ağustos" unda Antep" te Fransız güçleriyle çarpışırken, Kemalist subaylardan oluşan Kent Savunma Kurulu zenginlerin para karşılığında şehirden ayrılmalarına izin verme kararı aldı. Kenti savunan yoksullar subayların bu kararını protesto ederek acı bir çığlık gibi aşağıdaki açıklamayı yaptılar:
“… Biz fakirlerin şu memlekette tek bir dikili ağacımız ve servet namına hiçbir şeyimiz yok iken, zenginlerimizin hesabına çalışıyor, onların mal ve mülklerini, servet ve sanatını muhafaza ediyoruz. Biz fakirler kadınlı erkekli, düşman karşısında kanlarımızı akıtırken, zenginlerimizin üç dört katlı kagir binaların zemin katında " hayatlarını sigortaya koymuş gibi" sıcak yemeğinin başında ve yumuşak yataklarının içinde vakit geçirdiklerini görüyoruz. Ve yine onların istirahatlarını temin için cephelerde tüfeklerimizi yastık yerine başımızın altına koyarak, kuru topraklar üzerinde vakit geçiriyoruz. Bu ahvalin hepsini bildiğimiz halde, kendimizi şununla aldatıyoruz: Evet biz fakirler, cephelerde ifayı vazife ediyor isek, onlar da hiç olmazsa bizi bırakıp gitmediler.”
“… Eğer bu zevat-ı muhtereme hayatlarından korkup harice çıkar,servetleri sayesinde işi gücü ile uğraşır ve biz fakirleri " her vakit ölüme mahkum;sırf zenginlerin emval ve eşyasının muhafazası, hayatının devamı için yaratılmış" bir kavim telakki ediyorlarsa ve bizi böyle ateşler içinde bırakıp giderlerse bizim ne mecburiyetimiz var? Onlar ölmek istemiyorlarsa biz neden ölelim? Şu memlekette servet namına düşünecek nemiz var? Hanlar, oteller, kıraathaneler, dükkanlar, mağazalar, köşkler…bizim değildir. Şu halde ne biz ne de onlar harice çıkmayacaktır. Aksi halde silah istimal edeceğimize emin olunuz.”

Bu bildiri savaşın kimler tarafından yürütüldüğünü ve kimin bu uğurda canını feda ettiğini göstermesi bakımından tarihi bir belgedir.

Yoksullar canlarını böyle feda ederken, kapitalizmin nimetlerinden yararlanan zenginler ise o zamanlar oluk oluk para kazanmakla meşguldüler.

Almanya ve Avusturya ile ithalat ve ihracat işleri yapan zenginler büyük işletmelere sahip oldular. Yakın tarihten bilindiği gibi o zaman pek çok gıda maddesi karneyle veriliyordu. Bu işin başında olan devlet yetkilileri parmak ısırtan vurgunlar vurup büyük tüccarlara dönüştüler. Ordunun ihtiyaçlarını karşılayan müteahhitler, devletin halktan zorla topladığı vergilerle kasalarını doldurdular.

Kemalistler Ankara" da iktidar koltuğuna oturuncaya kadar Ege" deki savaşa da katılmadılar. Oradaki savaş Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe, Çakırcalı Mehmet Efe, Ayşe, Fatma, Abbas gibi gerilla komutanları önderliğindeki gerilla güçleri tarafından sürdürüldü. Öyle ki Mustafa Kemal" in Nutuk" ta belirttiğine göre, Aydın bölgesine kolordu komutanı olarak atanan Refet Bey, Demirci Mehmet Efe" nin komutası altına girmiştir. Kemalistler İstanbul işgal edildiğinde de ortalıkta yoktular. Oradaki mücadeleyi de yine halk sürdürdü.

Resmi tarihin yazdığının aksine temelleri işte bu şekilde atılan Kemalist yönetim hiçbir itiraza uğramadan iktidarını bugüne kadar devam ettirdi. Geçmişten beri iktidar olan tüm partiler Kemalizmi beslerken, kendileri de ondan beslendiler.

Bugün AKP" nin büründüğü din görüntüsü aslında Kemalizmin pragmatik siyasetiyle örtüşen bir taktiktir. Mustafa Kemal dini motifleri kullanmada AKP" den daha da cesurdur. Ankara" da 1. Meclis"in açılışını Cuma gününe denk getirmiştir. M. Kemal ve onun atadığı milletvekilleri o gün Cuma namazı için topluca Hacı Bayram Camisi" ne gitmişlerdir. Cuma namazından önce yeni meclis için mevlit okunmuş, hutbe verilmiştir. Namazdan sonra meclis binasına ilahiler okunarak gidilmiştir. Kurbanlar kesilirken dualar okunarak meclisten içeri girilmiş ve Meclis" in açılış konuşması da Kuran" dan ayetler okunarak yapılmıştır.

Öyle ki Mustafa Kemal, islamiyeti bolşevizmle ilişkilendirmiştir! Kızıl Ordu" nun başarılarını, “ İslamiyetin en yüce ilke ve kurallarını kapsayan bolşevizmin, bugün bizim de varlığımızı yok etmeye yönelmiş ortak düşman üzerinde kazandığı zafer teşekküre değer bir sonuçtur.” sözleriyle selamlamıştır.

Şaşırtıcı olan başka bir şey daha: İşgalci güçler Kemalistlerin lehinde olmuşlardır. Oysaki resmi tarihte bunun tamamen tersi şeyler söylenir. Mustafa Kemal" in Kazım Karabekir" e gönderdiği 19 Eylül 1919 tarihli telgraf emperyalist güçlerin Kemalist kadrolara duyduğu sempatiyi gün ışığına çıkarması bakımından önemlidir. Mustafa Kemal bu telgrafta şunları söylemektedir: “ Amerikalılar, Fransızlar ve İngilizlerle pek ciddi temaslar yapılmış, bunların Sivas" a kadar gelen yetkili memurları lehimizde olmuşlar, bizimle iyi ilişkilere girişmişleridir. Bizim de içinde bulunduğumuz Kuvvayi Milliye" nin, tam anlamıyla milli nitelikte bir hareket olduğunu, bize de bilgi vererek bağlı bulundukları makamlara rapor halinde bildirmişleridir.” İngilizlerin Samsun ve Merzifon" dan Mustafa Kemal" in bilgisi içinde kendi istekleri ile çekilmeleri de tarihi bir gerçektir.  

Tarihi gerçekler böyle iken, Kemalistler Türk ve Kürt yoksullarının omuzlarına basarak devlet yönetimini ele geçirdikten sonra askeri bir cumhuriyet kurdular. Devletin başına kendileri geçerken, ekonomiyi savaş zengini burjuva sınıfına bıraktılar. Yoksullar da savaşta kaybettikleri yakınlarının mezar taşları ile baş başa kaldılar. İşte bu şekilde kurulan Kemalist yönetim sonradan gelen tüm hükümetlerce bugüne kadar sürdürüldü.

Yukarıda da değinildiği gibi, Kemalist askeri yönetimin başa geçmesinden sonra görev alan bütün hükümetler halka değil yerli ve yabancı büyük sermayeye ve militarist kesime hizmet ettiler.
Günümüz şartlarında acil olarak, devlet yönetimi Kürt sorununun kansız çözümü için baskı altına alınmalıdır. Aksi halde devlet ve PKK arasındaki çatışma daha yüzyıl devam edecek, daha yüz binlerce genç ölecek, yüz binlerce ocak sönecek. Üzülerek belirtmeliyim ki, gelecek nesiller bu kanlı çatışmadan “yüzyıl savaşı” diye söz edecekler.

Dünya devletleri medeniyet, demokrasi, barış ve insan hakları sözcüklerini dillerinden düşürmemektedirler. Ama gel gelelim tarihi bilinemeyecek kadar eski olan bir milletin hala esaret altında tutuluşuna da seyirci kalmaktadırlar. Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, Almanlar, Ruslar, Çinler, Türkler, Araplar, Japonlar ve öteki milletler böyle bir esaret altında yaşasalardı acaba ne hissederlerdi?

Sayın Yargıç siz, böyle bir milletin çocuğu olsaydınız acaba ne hissederdiniz? Sömürge bile olsalar tarihte hiçbir halkın dili ve kimliği yasaklanmamıştır. Bugün de yer yüzünde adı yasaklı olan tek bir millet, tek bir ülke yoktur. Ama Kürt milleti ve onun ülkesi Kürdistan" ın adı yasaklıdır. Bu akıl almaz yasak Lozan Antlaşması" nı yapan devletlerin dünya insanlığına bıraktıkları bir utanç belgesidir.

Bu nasıl bir adalettir ki, Kürtlerin adı ve dili hala yasaklıdır, hala suç nedenidir. Örnek vermek gerekirse, Türk devlet makamlarına tek bir harfle bile olsa Kürtçe bir yazı gönderilmesi suçtur. Ben pek çok davadan ayrı olarak sadece bu yüzden bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldım. W, Q, X gibi harflerin olduğu Türkçe bir yazı bile hala suç olarak kabul edilmektedir. Kars, Diyarbakır, Ankara ve daha başka pek çok il ve ilçelerde yüzlerce ceza davası sürmektedir.

Kürtler tarihlerinde hiç fetihçi olmadılar. Atları ile başkalarının topraklarında cirit atmadılar. Hiç tankları ve savaş uçakları olmadı. Çünkü başka milletlerin topraklarına hiç göz dikmediler. Bir devletleri olsun diye kan dökmediler. Ülkelerini işgal eden milletleri bile misafir edip baş köşeye oturttular. Binlerce yıllık tarihlerinde tek bir Kürt katliamına rastlanmaz. Ama ne tuhaf ve ne acıdır ki Kürtler hep fetihçilerin zulmüne ve katliamına uğradılar.

Bugün de sürmekte olan Kürt dramı uygar olduklarını söyleyen devletlerin, en başta da Birleşmiş Milletler" in onay ve desteği ile sürdürülmektedir.

Artık dünya savaş ve barbarlık çağına son vermelidir. Mutlu bir dünya için bu şarttır. Yeni bir çağa, Özgürlükler ve Sevgi Çağı" na ihtiyaç vardır. Dünya insanlığının bu çağa geçiş yapabilmesi için yer yüzünden her türlü esaretin sökülüp atılması gerekmektedir.

Bugün sürmekte olan Kürt trajedisi dünyada eşine rastlanmayan bir esarettir. Yukarıda da belirtildiği gibi eski çağlarda bile her halkın bir etnik adı vardı. Ama modern olduğu söylenen bu çağda Kürtlerin dilleri ve etnik kimlikleri yok sayılmaktadır. Dünya halklarının bu trajediye karşı duyarlı olabilmeleri için acaba bir iç savaşın çıkması mı gerekmektedir? Ama Kürt halkı böyle bir savaş istemiyor. Çünkü kendisini ezenlerin kardeş Türk halkını ve öteki azınlıkları da ezdiklerini biliyor ve görüyor. Kürt halkının Türk halkı ile hiçbir sorunu yoktur, olamaz da. Kürtlere bu acıyı yaşatanlar devlet yönetimini elde tutan güçlerdir. Türk hümanistleri, demokrat Türk çevreleri Türk halkına Kürt sorunu çözümlenmedikçe kendilerinin de esaretten kurtulamayacağını anlatmanın bir yolunu bulmalıdırlar. Mahkemenizi oluşturan siz sayın yargıç ve sayın savcının böyle bir görevinin olduğunu düşünmekteyim. Çünkü tüm çocuklar gibi sizin çocuklarınızın da mutlu, zengin ve tasasız bir hayat sürdürmeye hakkı var. Kanın aktığı bir coğrafyada yarının bizlere ne getireceğini kim bilebilir?

Topraklarında barış içinde özgürce yaşamaktan başka hiçbir isteği olmayan bu halk en ufak bir hak ileri sürdüğünde soykırıma uğratılmaktadır. Devletin maaşlı bir kuruluşu olan Kontrgerilla" nın 1993 yılından sonra işlediği “faili meçhul” cinayetlerin dosyaları celp edildiğinde bu tarihi gerçek ortaya çıkacaktır.( Diyarbakır, Batman, Şırnak vb. illerdeki tüm faili meçhul dosyaların celbini istemekteyim.)
Çok uzağa gitmeye gerek yok: 1997 yılı içinde devlet güçlerince gösterilerde çoğu çocuk pek çok insan öldürüldü. (Bu dosyaların da celbini istemekteyim.)
Aslında Kürt sorununda söylenmeyen, konuşulmayan bir şey de kalmamıştır.
Konuşulmayan şey, bu sorunun nasıl çözümleneceğidir. Tarihin kafalarımızda ördüğü duvarları yıkarak oturup günler geceler boyu bunları konuşmalıyız. Yeni bir ütopyanın güçlü ışıkları karamsarlığın çöktüğü bu toprakları coşturabilir, sevgi çiçekleri iler donatabilir. Bu yeni hayatın manifestosunu biz yazabiliriz.

Ezenlerle değil, ezilen tüm dünya halkları ile enternasyonal bir dayanışma içinde olacağız. Güzel bir dünya, özgür ve mutlu bir ülke yaratmak tüm demokrat, hümanist insanların görevidir. Biz işte bu görevin hakkını vermeye çalışmaktayız. Yakın bir gelecekte imzalarınızı taşıyan bu davalar ve ceza kararları, şimdi Kürtçe yayın yapan Şeş TV" deki W, X, Q vb. harfler gibi tebessümle karşılanacaktır.

SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda belirttiğim tarihi belgelerle dosyaların celbi yönündeki isteğimin, davayla ilgisi bulunmadığı gerekçesiyle reddedileceğini uygulama ile bilmekteyim. Ancak AİHM kararları karşısında adil yargılama yapılıp yapılmadığı hususunun tespiti için tüm bu belge ve dosyaların ilgili kurumlardan istenmesini ve karanlıkta bırakılan tarihi gerçeklerin gün ışığına çıkarılmasını talep ederim.

05.02.2009 /

Mahmut Alınak"

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
Ümit Yazıcıoğlu Arşivi