"Çocuklarınız 'o gün ne yaptın' diye sorduğunda çok geç olabilir"

"Çocuklarınız 'o gün ne yaptın' diye sorduğunda çok geç olabilir"

Diyarbakırlı Kürt yazar Şeyhmus Diken, çok sevdiği kentinin ateş çemberine dönmesine isyan ediyor. Ama en çok da bu olaylara sessiz kalanlara kızgın.

Yazar Şeyhmus Diken, Diyarbakırlı. Belediyesinden sivil toplum kuruluşlarına kadar o kente hizmet etmek için adeta hayatını adadı. Usta bir Kürt yazar. Kürdilihicazkâr Metinler, Güneydoğu'da Sivil Hayat, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, İsyan Sürgünleri başta olmak üzere pek çok kitabı var.

Şimdilerde ise yaşadıklarını nasıl anlatacağını bilemiyor. Hayatını adadığı, tarihiyle bir medeniyet kalesi olan kentinin yıkılmasına isyan ediyor. Silahların bir an bile susmadığı ortamda onu en çok kızdıran ve kıran şeyi ise bir şarkı sözüyle özetliyor: 'Kardeşin duymaz / eloğlu duyar' diyor. Diyor demesine ya! 'Eloğlu' da duymuyor sanki sesimizi!"

İşte Diken'in çatışmaların ortasından Radikal'den Cem Erciyes'e anlattığı izlenimleri:

Çevrenizde neler olup bitiyor, evinizin penceresinden görünenleri, salonunuzda duyulanları, size anlatılanları bizimle paylaşır mısınız?

Şeyhmus DİKEN: “Çevremizde” kavramını kullanmak sanki “mesele”yi ötekileştirmek gibi anlamsızlaşıyor. Çevremizde değil, bizim de / bizlerin de artık birer parçası olduğumuz fiili bir savaş hâli maalesef egemen durumda. Size bu satırları 21 Aralık’ın 22 Aralık’a evirildiği artık günlerin gecelerden daha uzun olacağı günde yazıyorum. Şimdi yani 22 Aralık Salı günü bu sorulara cevap yazdığım sabah Diyarbakır Sur İçinde sokağa çıkma yasağı 20. Gününde. Ve bugün kentte bir önceki gün kent kamuoyuna “Amed Kent İnisiyatifi”nce yapılan bir çağrı ile “Hayatı durdurma” kararı uygulanıyor. Evin penceresinden görünen ana caddeye baktığımda hergün akan yoğun trafiğin aksine tek tük seyrek olarak araç geçişi var. Otobüsler, şehir içi minibüsler çalışmıyor. Öğrenci servisleri bile bir gece öncesinden yolladıkları mesajla kontak kapamışlar. Dolayısıyla öğrenciler, öğretmenler okula gitmedi. İşyerleri kapalı.

Yirmi gündür her gün kentin muhtelif noktalarında toplanan kitle; Valiliğe, Sur Kaymakamlığına ve Sur Beldesine yürümek istiyor. Tepkisini, sokağa çıkma yasağını protesto etmek, kaladırılmasını sağlamak için. Ama yürüyemiyor! Tomalardan, panzerlerden sıkılan gaz ve tazyikli su ile neredeyse “gaz bağışıklığı” yeteneğine ulaşmış oldu kent sakinleri.

Milattan önce üç bin yılından bu yana hayatın hiç kesintiye uğramadığı kadim sur içinde hayat durdu. Surun herhangi bir noktasından özellikle öğleden sonra, akşama doğru durup da başınızı kaldırıp gökyüzüne baktığınızda sürülerle ama belli bir tempoyla Diyarbekir’in göğünü şenlendiren evcil ve ehil gögerçinler (güvercin) artık uçmuyor / uçurulmuyor. Çünkü güvercinlerine evinin damında yem veren, uçurmayı deneyenleri de keskin nişancılar “indiriyor” (öldürüyor).

1376 yıldır (Milattan sonra 639’da Diyarbekir İslam egemenliğine girdi) ilk defa eski kentin tam orta yerinde konumlanan tarihi kadimden zeyl Ulu Camii’de Cuma hutbesi okunmadı. Çünkü sokağa çıkma yasağı var. Ve Namaz Kılmak da yasak! Bir süreydi, Dört Ayaklı Minarenin ezan sesi ile Surp Giragos Ermeni Kilisesinin Çan sesi birbirine karışıyordu. Günde beş vakit ezan okunmadığı gibi, iki vakit çalınan çan sesi, o da sustu / susturuldu. Minare topuğundan, kilise kapısından, duvarlarından kurşunlandı.

İnsanlar ne düşünüyor? Olan biteni nasıl anlamlandırıyor? Kimi suçluyorlar veya bir suçlu arıyorlar mı?

Şeyhmus DİKEN: İnsanlar hiçbir şey düşünmüyor / düşünemiyor. Yedi Haziran ve Bir Kasım 2015 seçimlerinde “tercihimizi, demokratik hakkımızı kullanarak seçim yaptık. Vekilleri seçip meclise yolladık. Ak Parti çok istiyordu, işte tek başına iktidar oldu. Bütün engelleme çabalarına rağmen Halkların Demokratik Partisi de yine barajı aşıp meclise girdi. Artık bu mesaj alınır, kopan / koparılan süreç yeniden başlatılır” düşüncesindeydi. Ama öyle olmadı. Daha bir kasım seçim gecesi Kandil bombalaması başladı. Ve sonraki günlerde dozu giderek artan sokağa, mahallelere, beldelere, şehirlere yansıyan “Şiddet”…

Böylesi durumlarda “suç / suçlu” aranır mı ki! Halk da arasın. Suç ve suçlu; çok. Hem de sayılamayacak kadar. Ama bireysel ya da topluluk saıkıyla meseleyi tartışan ve sorumlu arayanların ortak noktası; devlet ne oldu ki, durduk yerde “Dolmabahçe Mutabakatı”nı yok saydı, iptal etti. Bu sebeple siyasal sorunların siyasal aktörlerce ve siyasetin argümanlarınca çözümünün mümkün olduğunu tartışıyor genel kalabalıklar. Kürt meselesinin çözümüne dair süreç Barış’a evirilirek yeniden başlamaz ise, sokağa çıkma yasakları, barikat ve hendek gibi yol ve yöntemlerin bir sonuç olduğunu ve kaldırılıp, tekrar konulmasının durumu değiştirmeyeceğini dillendiriyor cümle âlem…

Tahir Elçi’nin de uğrunda hayatını kaybettiği kültürel mirasın maruz kaldığı tahribat ne boyutlarda? Bu nasıl engellenebilir?

Şeyhmus DİKEN: Tahir Elçi Diyarbakır simgelerinden olan ve dünyada tek örnek olan beş asırlık bir anıt eserin ayakları dibinde vuruldu. Eski bir kilisenin yıkıntıları üzerine, belki de çan kulesinden kalan sütunların dördünün üzerine kare planla konumlanmış minaresinin “taş hakkı”nı savunurken katledildi. Kürt coğrafyasında son kırk yıldır hiçbir hukuka dayanmadan uygulanan insan hakları ihlallerine gösterilen tepkiye bir de taşın da hakkının olduğunu savunmanın diğer adıydı Elçi’nin dillendirdiği; “Mirasına sahip çık” diyordu vurulurken elinde tuttuğu dövizde.

Suriçi’nin tarihi, Kültürel ve İnanç-İbadet Mekânları adeta toplu bir “Kültürel Soykırım” eşiğinde. Osmanlı’nın Yüzyıllık yükseliş döneminin eserlerinden olan ve kentin Diyarbekirli ilk Kürt Valisi olan Bıyıklı Mehmet Paşa tarafından bir kilise kalıntısı üzerine yaptığı / yaptırdığı Fatih Paşa ya da Kurşunlu Camii iki kez kurşunlandı ve yakıldı.

Dört Ayaklı Minare, Paşa Hamamı yakılıp kurşunlanan bizim bildiklerimiz. Binler yıllık kültürel mirasın sivil mimari örneklerinden bazalt taş evlerden hepi-topu tescilli olarak 210 adet kaldı bugünlere. Onların da yasaklı olarak bulundukları bölgedekilerin halinin, encamının, mecalinin pek de kalmadığı bölgeden gelen haberlerden…

Bu yıkım, bu tahribat nasıl mı engellenir. İlk aklıma gelen “UNESCO”…Madem 2015 yılı içinde UNESCO tarihi ve kültürel miras listesine dâhil etti kadim Amida’nın surlarını, Hewsel’ini, sur içindeki kadim mekânlarını… O halde dünyaya ve Türkiye’ye de “koruyun” diye sahiplensin. Ama maalesef UNESCO’ da sessiz.

Bu kadar çok camii derneği var. Bu kadar çok referansını inanç temelinden alan örgütlenmeler var. “Sivillik” adına o “İslami örgütlenmler”in hiçbirinin sesi çıkmıyor. Tarihi ve Kültürel Değerler için örgütlenmiş metropolleri mesken tutmuş onca yapı var. Mesela “Tarihi Kentler “Birliği” var, Diyarbakır bu birliğin üyesi. Geçtiğimiz yıl ev sahibi olarak son toplantı Diyarbakır’da yapılmıştı. Ne güne duruyor “Dünya Tarihi Kentler Birliği”…

O birliğin hepsi toplansa benim gözümde 1932 yılında Diyarbekir’e gelip sur yıkımı için rapor hazırlayıp surları yıkımdan kurtaran Fransız Arkeolog Albert Louis Gabriyel’in tırnağı etmez. Şair demiş ya “Ba’de Harab-ul Basra”! Kadim suriçi kökten harap olduktan sonra gelmişsiniz kaç yazar…

Bir yazar, sanatçı için bunlar nasıl günler. Bu yaşadığınız durum altında yazmak mümkün mü, nasıl yazılıyor?

Şeyhmus DİKEN: Bir dostumla karşılaştım, dedi ki; Diyarbakır dışından birileri aradı ve “gelmek istiyoruz” dediler. Ben de onlara “gelin istiyorsanız! Ama bilin ki, sizleri gezdirip dolaştıracağımız yerimiz yok ki!” dedim.

Çok haklıydı arkadaşım. Diyarbakır’ın sur dışındaki geniş bulvarları, çok katlı akıllı binalardan oluşmuş güvenlikli siteleri, steril güzel bahçeleri olan villaların olduğu mekânları kente gelenler ne yapsın(dı) ki!

Camileri, kiliseleri, medreseleri, eski bazalt taş evleri, hanları, hamamları yıkılmış viraneye dönmüşse ötesi nedir ki Diyarbekir, Amed, Amid, Amida, Dikragerd ve Diyarbakır’a dair…

Sahiden zor günler! Bu kentte 1990’lı yılları, faili meçhul cinayetli yılları da yine bu kentte yaşamış biri olarak sahiden zor yıllar. Bir şairimizin dediği gibi dostumuza / dostlarımıza yaramızı gösteriyoruz ama merhem olan yok.

Karşılığı olmayan yalancı bir “kardeşlik” okuması ile karşı karşıyayız…

Şarkı; “kardeşin duymaz / eloğlu duyar” diyor. Diyor demesine ya! “Eloğlu” da duymuyor sanki sesimizi!

“Yazmak” mı? Onu ne bu soruları soran(lar) sormuş olsun, ne de cevabını vermekle mükellef bizler. Yazmayı sanki unuttuk gibi. Bu satırları hangi duygusal iklimle, hangi ruh hâliyle yazdığımı sahiden ben de bilmiyorum. Hatta ne yazdığımı da! Hani insan teki nasıl olsa belki bir saat, belki bir gün sonra “dünya başımıza yıkılacak” o vakit okumak neye yarayacak ki! Der ya… Aynen öyle, yazmanın da anlamı kalmadı gibi. Yayınevine verdiğim söz gereği Aralık sonuna kadar ulaştırmam gereken kitabın son rötuşlarını yapmam gerekiyor. Ama elim “iş” tutmuyor.

Sur, benim varlık sebebim. Doğduğum Ali Paşa Mahallesi, Liseli yıllarıma kadar sokaklarında koşturduğum ve eğer Diyarbakır’da isem işim olsun olmasın her gün bu yaşa kadar en az birkaç saatimi geçirdiğim “o mahalleler” yani mahallem Xançepek, Hasırlı ve diğerleri taammüden cinayete kurban gidiyor. Arayanı soranı hak getire…

Siz bir entelektüel, yazar olarak ne hissediyorsunuz? Geleceğe nasıl bakıyorsunuz?

Şeyhmus DİKEN: Bizim buralarda entelektüellikle “sıradan vatandaşlık”ın hatları çok geçirgen. Birbirine karışmış durumda. Okur-yazarsanız, yani toplum tarafından “aydın” olarak buralarda kabul görüyorsanız! Halkın hissiyatına, mevzilenişine tercüman olmak durumundasınız. Basın açıklamalarında da, gaz yemelerinde de, mitinginde de, tepki koyuşunda tavır alışında da halkın yanında olacaksınız. Hem bunu öyle “iş olsun” gönülleri olsun diye değil, halkın yaptığı gibi bir “yaşam biçimi” olarak içselleştireceksiniz. Yoksa “Aydın” şahsiyet olarak varlığınızın zerre kadar ehemmiyeti yok.

Böyleyseniz vicdanen rahatsınız demektir. Yok, ben kitabımı, metnimi, makalemi yazar evime kapanır gerisine karışmam diyorsanız. Buralarda zerre kadar kıymeti harbiyeniz yok. Ben bunu bilir bunu söylerim.

Geleceğe bakışım ise, gelecek de bir gün gelecek tabii ki! Sorumluluğu olanlar yarın, sanki çok yakında artık savaşın, yıkımın, telefatın geride kaldığı günlerde aynaya baktıklarında yansıyan suretlerinden utanmamalı, kendi yüzlerine bizzat kendileri tükürmemeli. Çocukları, ya da hemşehrileri, daha ötesi okurları, takipçileri “o gün neredeydin, ne yaptın” diye sorduklarında ise o vakit çok geç kalmış ve anlamını yitirmiş sorular olabilir…

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.